Geçtiğimiz hafta Sivas/Madımak katliamının yıldönümüydü. 28 yıl önce, 2 Temmuz 1993’te tüm dünya, ekranları başında bir katliamı adeta canlı yayında izlemişti. Bu görsel vahşetle ilgili tüm sürecin anahtar kelimesi ise yangın idi. Sivas, o günden beri yangınla anılır oldu.

Yangın, kimi durumlarda doğal nedenlerle ilişkili olduğu kadar insan yapımı bir afet olarak da kabul edilir. Bu ikinci özelliği dolayısıyla ilkine göre daha fazla işlevleri olan bir afet türüdür. Nüfusu yerinden etmek, ekonomik zora sokmak, toplumsal belleği silmek, cezalandırmak, mülkiyet değişikliklerini sağlamak, yağmalamak vb. ilk akla gelen işlevlerden bazılarıdır.

Bütün bu işlevler tasnif edildiğinde politik şiddet herhalde ilk sıraya oturur. O kadar ki 20. yüzyılda bazı devletlerin resmi metinlerinde ‘yakmak’ bir politik müdahale aracı olarak açıkça yer almıştır. Bunun sonucudur ki Türkiye dahil dünyanın pek çok şehrinde yükselen dumanlar, fabrikaların varlığından çok ötekilerin çığlıklarına işaret ediyordu.

Yakmak, toplumsal mühendisliğin bir aracı olarak da kullanıldığı için her yerde şehirler, kasabalar, mahalleler yangınlarla bir çırpıda kül oluyor; on binlerce insan bir daha aynı mekânda ikamet edemez hale geliyorlardı. Türkiye de bu deneyimlerden muaf değildi. 1916 Ankara yangınında merkez kazanın 19 mahallesinden 8’i tamamen, 11’i de kısmen yanmış, Refik Halit Karay’ın ifadesiyle ‘yangın, yakacak başka bir şey bulamayınca kendiliğinden sönmüştü’. Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün araştırmalarına göre bu yangında tamamen yanan 8 mahallenin 7’sinde yalnızca Hıristiyan ve Yahudi nüfus yaşamaktaydı.

13-18 Eylül 1922 tarihleri arasında vuku bulan İzmir yangınının en önemli özelliği ise nedenini kimsenin bilememiş olmasıydı. Zira bu konuda bir araştırma da yapılmamıştı. Ayrıca yanan bölge yaklaşık on beş yıl öylece bırakılmış; işin soğuması beklenmişti. Bu yangında yaklaşık 2,6 milyon metrekarelik alan, 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok olmuştu. Hayatını yitiren insanların sayısı ise tam olarak bilinememişti.

İstanbul da diğer şehirler gibi bu yangın geleneğinden nasibini almıştı. 1929 Beyoğlu Tatavla yangını onlarca örnekten birisidir. Gazetelere göre Rum Kilisesinin de içinde olduğu en az 500 ev yanmıştı. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da Müslüman olmayan yurttaşlara yönelik saldırılarda yangın çıkarmak ise tam manasıyla bir politik strateji gibi görünüyordu. Resmi kayıtlara göre 4 bin 214 ev, bin 4 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır ve 26 okul saldırıya uğramış, on kilise yakılarak kullanılamaz hale getirilmiş ve 11 kişi hayatını kaybetmişti.

Hiç kuşkusuz 19.-20. yüzyıl boyunca yaygın biçimde gerçekleştirilen bu yangınların bir bölümü dönemin nüfus, etnisite, iskan politikalarının birer parçası ve sonucuydu. Aktörleri ve nedenlerine dair belirsizlikler de yangınların bu niteliğiyle ilgiliydi. Bu yangınlarda şehirler ve arşivler silindi, büyük nüfus grupları yerlerinden edildi ve sınırları tam olarak bilinemeyen mülkiyet değişimleri gerçekleşti.

20. yüzyıl biterken ve devamında politik şiddetin bir aracı olarak yangınların biçimi, aktörleri, etki ve yansımaları da çeşitlenmeye başladı. Bu dönemin yangınlarında asli aktörler olarak devletlerin yanında IŞID gibi enformel devletler ve ırkçı-faşist gruplar da hızla görünür olmaya başladı. IŞID’in Ortadoğu’da elindeki masum insanları diri diri yakması ve yayımlaması ve Avrupa’nın merkezinde göçmen ailelerin yaşadıkları evlerin ateşe verilmesi bu yeni dönemin yakma biçimleriydi.

Madımak yangını 20. yüzyıl biterken yaşandı ve bu dönemin bazı niteliklerini yansıtıyordu. Görünüşe göre sistem politikalarını icra etme işi özelleştirilmişti. Yangını resmi görevliler çıkarmamışlardı fakat sistem, gökyüzünü saran duman ve alevleri görememiş ve müdahale de etmemişti. Madımak’tan yükselen ve tüm dünyanın duyduğu çığlıkları da duymamış; faillere dokunmamıştı. Madımak, yüz yıllardır kendisi olarak yaşamak isteyen Alevilerin ve onlara ses veren demokratların sistem gözetiminde katlini sağlayan yangın olarak tarihe geçti.