“Analar, anneler, sizi anlıyorum” desem derin ve acılı bakacaksınız yüzüne. Acıya karışmış yüzlerini yere çevireceksiniz...

“Analar, anneler, sizi anlıyorum” desem derin ve acılı bakacaksınız yüzüne. Acıya karışmış yüzlerini yere çevireceksiniz. “Sen ne bilirsin” diyeceksiniz “acı hakkında”. “Sen doğurmadın onu!” diyeceksiniz. “Sen sabahları dünyaya gözünü açan o bebeği görmedin. Kokusunu çekmedin içine. Saçının yumuşaklığına dokunmadın sabahın neşesinde. İlk adımın görmedin güneşli bir akşam üstüydü. İlk hecelerini duymadın. Anne diye sesine koştum ben. Akşama olmayan ekmeğin çaresiz adamların ellerinde taştan çıkarılışına tanık olmadın. Çıkarılıp getirilip onun önüne konuşuna. Katlandığımız hayatın onun için başka türlü olsun diye çırpınmamıza. İlk adıma, ilk tökezlemesine. Dizindeki ilk kana. Yüzündeki ilk hüzne, içimizin cız etmesine”. “Anlıyorum” demek kuru bir kelime. “O gölgesinden tanıdığım genç bedenin, o burnumun direğini sızlatan kokusunun benden alınıp….”sonra gözyaşları boğacak sesini biliyorum. Sonun söylemek istemeyeceksin. Sanki söylemeyince olmamış gibi mi olacak bütün bunlar? Öfkeleniyorsun. Her şeyin bu kadar boşuna oluşuna öfkeleniyorsun. Bu kadar hiç uğruna. Hayattaki hiçbir şey onun elinden alınışına değmez çünkü. Boşluğu doldurmak için eline bir bayrak veriyorlar. Onu toprağa gönderen tabutun üstünden alınmış. Sonra büyük kelimeler veriyorlar sana. Yarana basmak için. Basıyorsun yarana: Şehit! Basıyorsun yarana: vatan sağ olsun! Basıyorsun yarana: düşmanı güldürmeyeceğiz. O koskoca boşluk doluyor mu? Yaranın acısı kanıyor hala. Acın diniyor mu? 

Beyaz başörtüleriyle kadınlar yürüyor çorak bir toprağın üzerinde. Bilmediğim ve senin de bilmediğin ama varlığından haberdar olduğun o dilde konuşuyorlar. Ama senin o dili bilmeye ihtiyacın var mı? Sen onların yüzüne bakınca düşmanını mı görüyorsun? Onların çocukları bir gece yarısı koparılmış koyunlarından, yüz on altısı bir çukura atılmış, yirmisinin cesetleri satırla parçalanıp nehre fırlatılmış. Sabahları incitmekten korkarak öptükleri o minik ayaklar eller. Onlar işte. Onlar nehre fırlatılmış. Tıpkı silah tutuşturulan senin bebeğinin elleri gibi. Kıyılmış. Yürüyorlar. Zulme itiraz etmiş çocuklarının katline siper etmeye bedenlerini. Kadınlığımıza dair zulümleri peşlerinden sürükleyerek. Katlimizi, tecavüzümüzü, el konulmuş hayatlarımızı bir bayrak gibi beyaz başörtülerinde dalgalandırıp. “Bu kan otuz senedir devam ediyor, ben dört çocuğumu askere gönderdim” diyor biri. Aynı senin gibi.  “içimizde kin olsa gönderir miydik?” bir diğeri. Yine senin gibi mi? Beyaz başörtüsünü bırakıyor bir diğeri sekiz asker ve bir korucunun belki söylemeye dilim varmıyor senin oğlunun öldüğü yere. “Asker, gerilla ölmesin” diyor. Belki ömrü boyunca hiçbir emre itaatsizlik etmemiş ellerini acemice kaldırıp. Belki ilk ama en güçlü ve kesin itirazını yöneltiyor hayata. Bir diğeri “bu gençler niye ölecek, niye sekiz asker ölsün? Allah aşkına bizi öldürün, gençlerimizi öldürmeyin, askerimizi öldürmeyin, dağdakileri öldürmeyin, bizi öldürün! Yeter! Hiç mi vicdan yoktur sizde?” diyor. Senin oğlun, kendi oğlu ya da başka bir kadının oğlu ölmesin, kan dursun diye kendi canını oraya bırakmaya razı. Canları yerine beyaz başörtülerini bırakıyor o kadınlar şimdilik. Bir geleneğe işaret ederek. Yeter demenin en kadim işaretlerinden biri. Kadının yeter dediği en beter, en kötü anlarda bile yeterdir. Kadının yeter dediği gerçekten yeterdir. Şimdi sen de oğlunun doğumunun kırkıncı gününde ve bir de ölümünün kırkıncı gününde başına taktığın o beyaz başörtüsünü sandığından çıkarsan. Onu çıkarıp ve gözünü bile kırpmadan senin çocuğunu ölüme gönderenlerin ayaklarının dibine fırlatsan. O zaman senin ve benim ve o dağ başında haykıran kadınların yaşamak için bir sebepleri olur.