Kenan İpekTürkiye'deki şeker fabrikalarını kaleme alan Kenan İpek “Tek dileğim, elimizden alınan bu kuruluşların nasıl bir masal olduğunun yeni nesillere bıkmadan usanmadan anlatılması; unutulmalarına asla izin verilmemesidir” diye açıklıyor kitabın yazılma amacını

Şeker fabrikalarının hikâyesi

OKAN ÇİL

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı toprakları düşman işgalinde, yoksul halk, asker postalları altındaydı. Mustafa Kemal öncülüğünde örgütlenen isyan kuvvetlerinin mucizevi başarısıyla Kurtuluş Savaşı kazanılmış olsa da mücadele edilmesi gereken problemler henüz bitmemişti. Bunların başındaysa ekonomi vardı.

Tam da bu fikir üzerine 17 Şubat 1923’te, 1135 delegenin katılımıyla Banka-Han’da gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde bir dizi karara imza atıldı. “Ham maddesi yurtiçinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması gerekmektedir” maddesi, alınan ilk kararlardandı ve 'tarıma dayalı sanayi' uyarınca da şeker fabrikalarının fikrî temeli atılmış oldu.

Yapılan çalışmalar neticesinde 1926’da Alpullu ve Uşak, 1933’te Eskişehir, 1934’te Turhal şeker fabrikaları açıldı. Fabrikalar her ne kadar Almanlar tarafından inşa edilip yine Alman mühendisler tarafından çalıştırılsa da kalifiye işçi açığının giderilmeye başlamasıyla yerli mühendislere devredildi. Bu mühendislerin birçoğu lise çağlarındayken seçilen, bilgi ve becerisine göre Avrupa’ya, Amerika’ya gönderilen parlak öğrencilerden oluşuyordu.

SOSYAL DAYANIŞMANIN İNŞASI

Kenan İpek’in yazdığı, Ah Benim Şeker Fabrikalarım (Şekerin Çocukları) isimli bir kitap yayımlandı geçen günlerde. Su Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alan kitap şeker fabrikalarının hikâyesini anlatırken, fabrikanın getirdiği yaşam kültürünü de masaya yatırıyor. Kendisi de bir şeker çocuk olan İpek’in geçmişine dair çıktığımız yolculuk, aslında bize Türkiye’nin zorlu şartlar altında doğurduğu dayanışma kültürünü anlatırken, bir taraftan da bu kültürün nasıl yok edildiğini kavramamıza olanak tanıyor.

“O zamanlardan beri emin olduğum bir şey var; şeker fabrikaları sadece bir fabrika değildi, çok daha fazlasıydı… Fabrika bireysel farklılıklara saygı duymayı, hoşgörü içinde esnek davranmayı, sosyal dayanışmayı, daha iyi yaşamı, eğitimi ve estetik değer olarak sanatı sunuyordu. Sundukları hayatımızı kaplıyor, yaşamdan o derece hoşnut olmaya başlıyorduk ki, işin temelinde bulunan kişisel kazanç, bir süre sonra ikinci planda kalıyordu.”

Bu hâliyle şeker fabrikalarının da Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi bir misyona sahip olduğu belirten İpek, oluşturulan 'şirket şehirleri' ile birlikte üretim meselesinin ekonomi üstü bir yerde tutulduğunu, ekonomiyle beraber yeni bir kültür oluşturulmaya çalışıldığını söylüyor.

Fabrikaların etrafının lojman, hastane, misafirhane, futbol, basketbol, tenis, golf sahaları, kreş, cami, okul, sinema, tiyatro salonları, kütüphane, el beceri kursları gibi bir dizi sosyal tesisle çevrildiğini okuyoruz sonra. Savaştan güç bela canını kurtarmış, açlıktan, hastalıktan başını kaldıramamış halk, bu durumu büyük bir şaşkınlıkla karşılıyor tabii. Hatta şeker işçilerinden Raif Usta’ya neden bir ay boyunca yerde yattığı, yıkanmadığı sorulduğunda şu cevapla karşılaşıyoruz. “Nediyim oğlum, mayıştan keserler sandım. Bu gadar lüksü bize parasız verir mi gavur, dedim kendi kendime.”

KALİTELİ BİR YAŞAM İÇİN

İşçilerin yaşadıkları değişimlerin başını gürül gürül akan ve kesilmeyen su meselesi çekiyor. Zamanla herkes günlük duş almaya başlıyor ama evin kadınları hafifçe çekiniyor, bunun yanlış yorumlanabileceğini düşünüyorlar. Sonra sonra herkes değişime alışıyor. Öyle ki kitap yüzü görmemiş evlere bile günlük gazeteler girmeye başlıyor. Çocuklarla beraber anneler, babalar da okuma yazma öğreniyor. Kılık kıyafetleri değişiyor, özel günlerde bir araya gelip sazlı sözlü eğleniyorlar.

Hatta İpek, Şeker Kütüphanesi’nde Marquez’den Albaya Mektup Yok’u ve Kafka’dan Bir Köy Hekimi’ni okuduğu belirtirken, kütüphanede sabahladığı bir gün başına ilginç bir olay geliyor. Fabrika müdürü ışıkları açık kütüphanede onu görünce, kütüphane sorumlusuna bir maaş ikramiye, ona da çeşitli hediyelerin yanı sıra şöyle bir kart veriyor.

“…tüm bu müesseselerin yokluk içinde olsa dahi kurulmalarındaki asıl sebep, ekonomik refahı ve bağımsızlığı sağlamanın ötesinde ilim ve irfan peşinde koşmaya meraklı ve onun faydalarını bilen bir nesil ortaya çıkarabilmektir. Siz her şeyden önce bu fabrikanın asıl amacına varma yolunda emin adımlarla ilerlediğinin bir göstergesi oldunuz. Yolunuz açık olsun. İlim, irfan ve medeniyet tek yönünüz olsun.”
Bunların yanında her hafta bir film, hey ay bir tiyatro oyunu izlediklerini belirtiyor İpek. Arasında Ben Hur, Gone With The Wind, Doctor Zhivago gibi filmler gösterilen bu salonların yanında, civardaki diğer sinemalarda da yerli yapımların gösterildiğini söylüyor. Torun torba toplaşıp sinema salonunu doldurduklarında, özellikle genç kızlar, oyunculara özenip kucaklarındaki defterlere onların elbiselerini çiziyorlar. Akabinde de fabrika bünyesindeki atölyelerde bunları yapmaya çalışıyorlar.

BİR KÜLTÜRÜN ÇÖKÜŞÜ

İpek böylesi bir tedrisattan geçip Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra bir dizi yerde hizmet vermek adına koşuşturup dururken, özellikle de 12 Eylül’den sonra, toplumun hemen her kesiminde olduğu gibi şeker fabrikalarında da baş gösteren dejenerasyon sonucunda, nitelik yerine paraya, kalite yerine paraya, insan yerine paraya doğru önü alınmaz bir düşüş yaşanıyor. Başta içeriğini, akabinde niteliğini kaybeden şeker fabrikaları da yok pahasına özelleştirilerek hepten dönüşüm geçiriyor.

Anladığımız üzere İpek bu duruma ister istemez kişisel bir yerden de üzülüyor ve sanki çocukluğunu, tarihini yitirmiş gibi arkadaşlarıyla dertleşiyor ilerleyen sayfalarda. Sonra da “Tek dileğim, elimizden alınan bu kuruluşların nasıl bir masal olduğunun yeni nesillere bıkmadan usanmadan anlatılması; unutulmalarına asla izin verilmemesidir” diye açıklıyor kitabın yazılma amacını.
Unutulmaması dileğiyle…