Küçük bir marketteyiz. Kasiyer bir müşteriyi indirimli ürünlerin olduğu noktaya yönlendirirken “Hangi ürünler var?’’ sorusuna cevaben “Maskeler duş jelleri, orkidler, çay bardağı setleri, diş macunu ve diş fırçaları indirimde” diyor. Kadın o reyona doğru giderken kasada kalan eşi, kasiyerin anlattığına bakılırsa, şöyle deyip vurmaya başlıyor: “Bir bayana orkid söylenmez! Sen benim karıma orkid falan söyleyemezsin!”

Dilimize ‘orkid söylemek’ şeklinde yeni bir deyim kazandırabilecek bu trajikomik olay, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamamıza az kalmışken, sembolik-aklın hâlâ ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösteriyor.


“Benim bedenim, benim kararım!” sloganının ne denli isabetli olduğunu da gösteren bu olayda, karısının bedenini fazlasıyla sahiplenmiş bir erkeğin sembolik-akıl düzleminde çalışan zihni, regl kanamasına yönelik bir ürünün adını söyleyen bu genç adamın, karısının mahrem yerleriyle bir tür temas halinde olduğu yanılsamasını üretmeyi başarıyor. Regl kanıyla ilgili tabu ve inanışların da katkısıyla, sözün büyülü gücü ortaya çıkıyor. Bir kavgada ya da öfke patlamasında, söylediği şeyi gerçekleştirdiği yanılsamasının verdiği hazzın tadını çıkara çıkara ana-avrat küfrettiğini tahmin edebileceğimiz adam, kadın bedenini sözcüklerle kuşatıyor, büyülü bir sözcük çarşafına sokuyor kadını. Çünkü bu ülkede ‘Herkes kimsenin karısına orkid söyleyemez!’

Seçim sandığı başındaki tavrından bağımsız olarak bu adam, altı yıl önce Üsküdar’da kurulan Kabe maketini tavaf etmek için ihrama giren dinci avukat ve metroda Atatürk’e benzeyen adamı görünce gözyaşları içinde saygı gösterisinde bulunan seküler yolcuyla aynı toprakların ürünüdür. Tam da bu akıl sayesinde RTE, ‘karısına orkid söyletmeyen adam’dan sadece bir gün önce, Kıbrıs’ta ihtişamlı bir beton projesini ‘müjde’ olarak sunabilmiştir. Türkiye’nin irrasyonel ulusalcı/milliyetçi/muhafazakâr iktidarları gücünü tam olarak bu sembolik-akıldan alır; patronların zarar görmemesi için grevlere izin vermediklerini açıkça söyleyen işçi düşmanlarına inatla oy veren işçinin, tarımı bitirmeye and içmiş beton sevdalısına ‘gâvura vurur gibi!’ oy veren çiftçinin aklı…

***

Küçük bir Hırvat adasındayız. Yıl 1998. Yugoslavya dağılmış, ortaya çıkan diğer küçük devletler gibi Hırvatistan da kendini serbest piyasa ekonomisine teslim etmiş. Arkadaşlarının cenaze töreninde bir grup yaşlı insan görüyoruz. Etrafı kolaçan edip kimsenin görmediğine emin olunca, tabutun üstüne örtmek için kırmızı bir örtü ve mezar taşı için bir kızıl yıldız çıkarıp Enternasyonal’i söyleyerek cenaze törenini sürdürüyorlar. Tam o sırada bir şey oluyor: Arkadaşlarını gömmeye gelen bu yaşlı partizanlar, Mareşal Tito’nun hayaletini görüyorlar. 1999 yapımı Hırvat filmi Marsal, ada halkının işte bu hayaletle kurduğu sembolik-akıl temelli ilişkinin absürd öyküsünü anlatıyor.

Adanın ilk ve tek kapitalist girişimcisi olan belediye başkanı, başta Devrim Müzesi olmak üzere adadaki kamu binalarını özelleştirmiş, fiyatını uygun bulduğu için de hepsini kendisi almıştır. Komünizm düşmanı başkan önce bu hayalet söylentilerinden şikâyetçiyken, ‘Tito’nun ruhu’nu ziyaret etmek için gelen bir grup yaşlı partizanı görünce hemen komünizm turizmine başlar. Dolaplarda tozlanmaya bırakılmış bayraklar, kızıl fularlar vs. ortaya çıkarılır. Adada artık her gün İşçi Bayramı kutlanmakta, geçit törenleri düzenlenmekte, belediye başkanı turistlerin toplandığı alanda en komünist nutukları çekmektedir. Bir sahnede başkan, hayalet olayını soruşturan polis memuru Stepan’a şunları söyler: “Düşünsene, yaşlı komünistlerden 20 grup, her biri 10 bin kuna olsa, bize bırakacakları en az 200 bin kuna. Ve bu sadece başlangıç! Honnecker’in hayaletini de ayarlarız -Alman pazarı para demek! Sonra Stalin’in hayaleti. Ve sonra Mao.120 milyon Rus ve 1 milyar Çinli, yerel düşünüp küresel hareket edeceksin!”

Bu arada, partizanların kumandanı Marinko bunun hayalet olmadığını, çünkü eğer bu bir hayaletse ahiret hakkında söylenenlerin gerçek olabileceğini ve bunun da Marxizm’e ters düşeceğini söyleyerek yeni bir komplo teorisi üretir: Tito’yu devirmek isteyen güçler onun öldüğü yalanını yaymış, Tito’yu da kaçırıp bu adaya saklamışlardır. Sonra hayaletin adadaki akıl hastanesinde kalan ve kendini Tito sanan bir adamcağız olduğunu öğreniriz. Ne yazık ki partizanlar ‘kişi kültü’ etrafında sembolik-aklın gücünü kullanmayı yeğler ve işler iyice çığrından çıkar.

Finalde, kendini Mareşal Tito zanneden adamı, dümeni ve kürekleri olmayan bir kayıkla açık denizde belirsizliğe doğru ilerlerken görürüz. İşte o kayığı başıboş bir şekilde sürükleyen, sembolik-aklın uzak durulası ve yıkılası gücüdür. sembolik-aklın uzak durulası ve yıkılası gücüdür.