Sembol, ‘gösterdiği şey olmayan’dır. Çok sevdiğim bu tanımı daha önce de defalarca yazdım. Çünkü sembollerle böylesine hastalıklı bir ilişki yaşayan bir ülkede bu konu hiç gündemden düşmüyor.

Sembol, ‘gösterdiği şey olmayan’dır. Yani, mesela üzerine beyaz ay-yıldız basılan kırmızı kumaş sadece bir semboldür, ülke ya da devlet demek değildir. Sembollere kutsallık atfettiğinizde putperestliğin kıyısında dolaşmaya başlarsınız.

Geçen hafta Almanya’nın bazı kentlerinde, yere ülke bayraklarını çizerek 3-5 kuruş para kazanmaya çalışan bir sokak sanatçısının başına geleni, internette izlemiş olabilirsiniz: Kentin turistik meydanlarından birinde, yere sığdırabildiği ne kadar ülke bayrağı varsa çizen sanatçıya yaklaşan ‘kahraman’ bir gurbetçi, son derece sert ifadelerle Türk bayrağını silmesini söylüyor. Sanatçı henüz kendisine çevrilmemiş cümleler arasından tanıdığı birkaç sözcüğe dayanarak “Selamün aleyküm” deyip gülümsüyor. Milliyetçi-muhafazakar kahraman gurbetçinin tavrı giderek sertleşiyor. O bayrağın asla yere çizilemeyecek bir şey olduğunu söyleyerek, kendisi silmeye çalışıyor.

Rene Magritte’in “Bu bir pipo değildir” tablosunu hatırlarsınız; tuvalin ortasında kocaman bir pipo resmi, altında da “Bu bir pipo değildir” yazısı vardır. Magritte demeye getirir ki, “Bunu elinizde tutamazsınız, yakamazsınız, içemezsiniz. Bu bir pipo değil sadece bir resimdir.” Kahraman gurbetçinin öfkeli ve şiddetli tavırlarla diğer bayrakların arasından Türk bayrağını silme çabasını gösteren fotoğrafın altına da böyle bir cümle yazılabilir, ama bilişsel düzeyde artık bir işe yaramaz, çünkü gurbetçinin kafasında ‘gösteren’ ‘gösterilen’in yerine geçeli belli ki epey olmuş…

Laikliğin hem halk hem de devlet katında tarihin hiçbir döneminde içselleştirilemediği bu topraklarda dinsel sembollerle ilişkimiz böyle olduğundan, Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp camiye dönüştürülmesi büyük bir dinsel zafer olarak algılanıyor. Daha doğrusu öyle algılanması için çalışılıyor. Ülkeyi ve bölgeyi içinde bulunduğu berbat duruma sokan “Şam’da Cuma namazı kılma” hayali/sembolik söyleminin primitif hali ‘Ayasofya’da Cuma namazı kılma’dır. Bunu Necip Fazıl da dile getirmiştir, Fetullah Gülen de… Neo-Osmanlıcı hayallerle ilkini yapamayacağını anlayan iktidar, 10 Temmuz 2020 kararıyla hiç değilse ikincisini gerçekleştirerek seçmeninin semboller dünyasındaki duyguları kabartmaya çalışıyor.

Ayasofya’da Cuma namazı kılma’ sembolünü önce, 1972 yapımı Kara Murat-Fatih’in Fermanı adlı filmde görürüz. Akşemsettin’in imamlığında Fatih Sultan Mehmet, arkasında dizilmiş yeniçerilerle Ayasofya’da Cuma namazı kılar. Semboller dünyası Yeşilçam için de çok önemli tabii; öyle ki, bu filmde Fatih rolünü, 1951 yapımı İstanbul’un Fethi adlı filmde Fatih’i canlandıran Sami Ayanoğlu’nun oğlu Bora Ayanoğlu oynar. Yeşilçam ‘babadan oğula hanedan’ uygulamasını somutlaştırarak ‘sembolik olan’la ‘gerçek olan’ arasında yeni bir bağ kurmaya çalışmaktadır.

Ama bir sembol sadece bir semboldür, ‘gösterdiği şey olmayan’dır. Bu nedenle olsa gerek, Kara Murat serisinin 1978’de yapılan son filminde, Kara Murat-Devler Savaşıyor’da Ayasofya bambaşka bir şekilde karşımıza çıkar: Rum prenses, Mora’ya atanan Osmanlı Valisi kılığındaki Kara Murat’ı “Kılıç salonu hazır vali hazretleri” diyerek kılıç çalışması yapılacak bir yere götürür. Kılıç salonu neresi dersiniz? Ayasofya! Filmin finalindeki iyi adamla kötü adamın kılıçlı kapışması da Ayasofya’da yapılır. Artık hiçbir kutsallığı bulunmayan, sadece filmin dokusunu güçlendirmek amacıyla araçsallaştırılan bir mekândır. Öyle bir araçsallaştırma ki, mekânın seyirciler tarafından tanınması ihtimali bile önemsizdir artık.

Tarih yine kafiye yapıyor; Kara Murat’ın yerinde bu sefer Kasımpaşalı RTE var. Gerçi ortada somut bir kötü adam yok ama semboller söz konusu olduğunda kötü adama gerek de yok. Bu bir tür oyun; hayalgücünüz yeterince kuvvetliyse sembollerle istediğiniz gibi oynayabilirsiniz.