Maracana mahmurluğuyla yazıya oturunca, Dünya Kupası’ndan söz etmezsek ayıp olur

Maracana mahmurluğuyla yazıya oturunca, Dünya Kupası’ndan söz etmezsek ayıp olur. Sonunda İngilizlerin diline pelesenk ettiği, “Bu oyunu herkes oynar sonunda Almanlar kazanır” sözü bir kez daha doğrulandı. Fener-G.Saray çekişe dursun, “dördüncü yıldızı” bizde kadri bilinmeyen Löw’ün takımı takıverdi. Muhtemelen 20. Dünya Kupası kazananıyla değil, gururu kırılırcasına kaybedeni, ev sahibi Brezilya’nın perişanlığıyla hatırlanacak.

Biraz ayrıntılara girersek, tamam endüstriyel futbolun tüm mutenalaştırıcı, ticarileştirici öğeleri mevcuttu. Örneğin tribünleri dolduranlar, “küresel elitlerin” o bilet fiyatlarına, turnuva sırasında ateş pahası otellerine, çoğunlukla okyanus aşırı uçak biletlerine takatleri yetenlerdi. Yine de futbolun güzellikleri ekranlara yansıdı; 64 maçlık bir serüven bir ayımızı renklendirdi; James Rodriguez kuşağını tanıdık; tribünlerde de şiddetin, düşmanlığın, ırkçılığın tiksindirici görüntüleri değil, coşkunun, sevincin, hüznün doğal renklerine tanık olduk. Hafızamızı biraz zorlayıp, sadece 2 ay öncesine gidersek Allianz Arena’da Brezilya’nın geçilmezi görünen Bayern Münich kalecisi Neuer, Portekiz formasıyla dökülen Ronaldo’nun bazukalarını çaresiz bakışlarla izliyor; Salvador’da Hollanda’nın 5’lediği Casillas ise, Müller, Schweinsteiger, Lahm’a göz açtırmıyordu. Daha 29 Nisan 2014’te Almanya’nın bel kemiğini oluşturan Bayern Münich, 2014’ün kaybedenleri İspanyol ve Portekizli ağırlıklı Real Madrid karşısında 4-0’a razı oluyordu. Sistem, uzun vadeli plan, altyapı, hepsine evet, ama bunların ötesinde böylesine dinamik, değişken, renkli bir oyun olduğu için futbolu bu kadar seviyoruz.

• • •

Futbolun kralları, gözdeleri, yıldızları geçici olsa da, durdurulamadığı takdirde İsrail’in zulmü, vahşeti kalıcı görünüyor. Yeryüzünde, “hem suçlu, hem güçlü” sözünün İsrail’in devlet politikaları kadar somut bir karşılık bulduğu örnek bulmak her halde imkânsız. Çeşitli bahanelerin arkasına sığınılsa da, çocuk, yaşlı, engelli dinlemeksizin sivillerin yaşamına kast eden son saldırıların asıl nedeni, Filistin Yönetimi ile Hamas arasındaki ortak yönetim konusunda uzlaşmaya varılmasıydı. Filistinlilerin güçlerini bir araya getirmeleri Netanyahu hükümetinin korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Sözde barış sürecinin terkisinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Ortadoğu’yu arşınlarken, hiçbir somut adım atılamadığı gibi, hukuksuz Yahudi yerleşimleri yangından mal kaçırırcasına sürüyor. Son yirmi yılda Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te işgalcilerin sayısının 350 bine ulaştığı bildiriliyor.

Filistin Yönetimi, “kabul müstakbel Filistin Devleti silahsızlanacak”, “İsrail’in Ürdün’deki askeri varlığına da itirazım yok”, “Filistinli mültecilerin evlerine dönüşü de İsrail’in onayına tabi olsun” gibi tavizler verdikçe, Netanyahu daha da fazla Mahmut Abbas’ın ibiğine biniyor. Başta ABD ve Britanya gelmek üzere, emperyalist güçler İsrail’in tüm saldırganlıklarını, “savunma hakkı” bahanesiyle mazur göstermeye çalışıyor. Suriye’de mezhep düşmanı gördüğü Esat rejimini devirmek için silah, cephane, militan temini için milyarlarca dolar döken Suudi Arabistan, Katar gibi gerici Arap rejimleri iş Filistin’e desteğe gelince kuru gürültüyle yetiniyor. RTE de sözde İsrail’e esip üfürürken, askeri anlaşmaların askıya alınması ve ekonomik yaptırımlar uygulanmasından hiç söz etmiyor.

Evet biliniyor, on yıllardır söyleniyor ama, Filistinlilerin devlet kurma hakkının kayıtsız şartsız kabulü, 67’de işgal edilen toprakların terk edilmesi, mültecilerin uğradıkları zararların tazminiyle evlerine dönmelerinden başka çözüm bulunmuyor. İsrail halkının çatışma ve gerginlikten bitap düşmüş, barış isteyen çoğunluğunun huzuru ve güvenliği de ancak böyle kalıcı kılınabilir.

Netanyahu başta gelmek üzere mazlum bir halka böyle derin acılar yaşatan İsrail liderlerinin hak ettiği Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktır. “Sonuç vermez” tuzağına düşmeden, İsrail mallarının boykotu, ülkeye yapılacak tüm yatırımların durdurulması, İsrail Devleti’ne yönelik yaptırımların uygulanması kampanyasına hız vermek hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Emperyalizmin desteğindeki İsrail ordusunun tüm operasyonları hemen durdurulmalıdır. Yoksa Gazze’de sırf Filistinli çocuklar değil, tüm insanlık, dolayısıyla hepimiz ölüyoruz.

• • •

Cumhurbaşkanlığı seçiminin meşruiyeti, zaten antidemokratik yüzde 10 seçim barajını yeniden ürettiği, adaylığı 20 milletvekilliği şartına bağladığı için tartışmalıdır. Başkanlık sistemini pervasızca savunan, hukuksuz da olsa Çankaya’yı bir icra makamı olarak tanımlayan RTE ve şürekası için doğrudan halk oyu uygulaması tutarlıdır. Gündemdeki diktatörlük rejimi için halkın onayı alınmış, açıkça hain diye nitelediği kendini eleştirenleri cezalandırmak için bir sıçrama tahtası daha elde edilmiş olacaktır. Ama Cumhurbaşkanlığı makamını bir onay ve denetim mercii gören İhsanoğlu gibilerin halka doğrudan bir icraat vaadinde bulunması, yaşamlarını düzeltecek politikalar önermesi her pozisyonda ofsayta düşmeleri anlamına gelecektir, nitekim öyle oluyor.

Bir kez RTE’yi ve kurmaya çalıştığı zorbalık rejimini karşımıza aldıktan sonra, karşısındaki iki adayın da hem belirleniş biçimini, hem de önerdiği Türkiye profilini yeterince benimseyemeyen azımsanmayacak bir “dördüncü kesim” vardır. Bu insanlar kapris yaptığından değil, diyelim ABD ve Batı emperyalizmine ilişkin iki çift laf duymak istediğinden; belki kapitalist küreselleşme ile sorunu olduğundan; Aydınlanma, bilim, laiklik konusunda adayların pozisyonundan tam emin olmak istediğinden; muhtemelen Cumhuriyet tarihini Menderes-Özal güzellemesi üzerinden okumak istemediğinden; varsayalım Şeyh Sait - Saidi-i Nursi - Fethullah Gülen profiline yakınlık duymadığından; büyük olasılıkla Ortadoğu politikaları konusunda kaçamak yanıtlar değil, net bir perspektif görmek istediğinden Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden heyecan duymuyor olabilirler. Süreç içerisinde ikna da edilebilirler.

Yukarıda saydığım konuların bazıları veya tümüyle ilgili kaygıları bulunan, Gezi Direnişi’ne büyük ölçüde damgasını vuran kesimlerin 11 Ağustos (belki de 25) sabahı derin bir karamsarlığa sürüklenmemesi, onlara direnme ve mücadele azmi sağlayacak bir gelecek tasarımının canlı tutulması toplumsal muhalefet açısından bugünün en can yakıcı görevidir.

Seçim tasarımı, muhalif kesimleri adeta “domuz bağına” mahkûm ederek etkisizleştirmeyi, umutsuz, çaresiz bırakıp kör bir girdaba sürüklemeyi amaçlıyordu. Gerçekten de bu dönemde boykot çağrısı anlamlı bir pozisyon değildir, çünkü RTE’nin bir eksik oyla seçilebilmesinin önünü açıyor. Ne var ki, konumunu “boykotun boykotu” üzerinden belirleyenler de, çok geçmeden ya bugün kötüledikleri üçüncü adaya çark etmek, ya da kendileri boykotçu durumuna düşmek zorunda kalacaklardır. Tek sağlam zemin, kararlılıkla RTE’ye oy vermeme, şeytanla pazarlık yapmama çağrısında bulunmaktır.

Bugünkü gibi yarın da zalime direnecek gücümüz, Ali İsmailler’in anısına sahip çıkacak yüzümüz olması için, Erdoğan’ın geleceğimizi tehdit eden politikalarına “Hayır” demek zorundayız. Onun ötesini, halisane duygularla hareket eden yurttaşlarımızın iradesine bırakalım. Birbirimize RTE-öncesi Orhan Gencebay’ın dilinden “Sen de haklısın” diye seslenebilelim.