Ümit Kaftancıoğlu, Anadolu’nun sistemli bir biçimde çölleştirilmesinin karşısındaki dirençti. Köyün olanaksızlıklarla dolu koşullarında bile okumayı başaran bir fidandı. Bu yüzden eserleri, doğduğu topraklarla harmanlamış, söyleyişiyle bütünleşmişti

Sen gideli tam 37 yıl oldu ümit usta, yaşamak çok ağır hâlâ

Eren Aysan

Ölüm gelince, güneş kararır ya… Toprak topraklığından arınır, su berraklığından. Acılı yüzler kalır geride. Behçet Necatigil’in, “bir gün gelir yalan olur / bu yerlerden geçtiğimiz” dizeleri ruhumuza işler. Peki ya, Ümit Doğanay, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Sevinç Özgüner denilince... Bu uzayıp giden listeyi anımsayınca? İnsan eliyle gerçekleştirilen öldürümleri tek tek sıralayınca? Ah… Yarım kalan şiirdir her biri.

Öte yandan, öldürüldükleri zaman toplumun geniş kesiminde büyük hüzne yol açan isimlerdir, sıraladığım. Binlerce kişinin katıldığı cenaze törenlerinde yakalara, “yeter artık, aydınlarımızın üzerinden o kara elinizi çekin!” haykırışının asıldığı.
Peki, bugün genç kuşaktan kaç kişi bu isimleri biliyor? Belleğin gerisinde egemen düşüncenin ayak izleri yok mu? Cömert’in çalıştığı “estetik kuramı”nın sanatın her alanında daraltıldığı, Tütengil’in bir sosyolog olarak incelediği köy sorunlarının ötelendiği, Özdemir’in koorperatifler birliğinin çuvallatıldığı, Doğanay’dan sonra hukukun arapsaçına döndürüldüğü günleri yaşadık. Onların yalnızca bedenleri değil, ülkemiz adına tasarladıkları gelecek projeleri de katledildi. Böylece hepsi, “unutturulan aydınlarımız” müzesinin kahramanları olarak kaldılar. Süreçte, anılarına yapılan anmalara katılımlar azaldı. Mezarlık buluşmaları yalnızca eş, dost, akrabalarla gerçekleştirilmeye başlandı.

Tıpkı, 1980 yılının Nisan ayında karanlık güçlerin yaşamına son verdiği yazar, derlemeci, prodüktör Ümit Kaftancıoğlu gibi. Çok değil, birkaç ay sonra, 12 Eylül Darbesi'nin ardından, ailesi Kaftancıoğlu’nun kaleme aldığı yapıtları basacak yayınevi bulamayacak, birkaç kuşak onun eserlerinden mahrum kalacaktı. Süreçte edebiyata dair bakış açısı da değişecek, “köy romancılığı” küçümsenecek, Kaftancığlu da bu alanda eserler verdiği için dudak bükülecekti.

Oysa Kaftancıoğlu, Anadolu’nun sistemli bir biçimde çölleştirilmesinin karşısındaki dirençti. Köyün olanaksızlıklarla dolu koşullarında bile okumayı başaran bir fidandı. Bu yüzden eserleri, doğduğu topraklarla harmanlamış, söyleyişiyle bütünleşmişti. Anadolu’nun ta kendisiydi. Yaşamöyküsünü de, “İlkokula 1942 yılında başladım. İlkokula giyecek giyimim yoktu. Diz boyu, adam boyu karı yalınayak çiğnedim. Üstelik karnım da açtı. Yolda yorulup kaldığımı, başkalarının yardımıyla adım attığımı çok iyi bilirim. Üç ay sonra da okula gidecek gücüm kalmadığından bıraktım. Bir o ki, okula gitmeden önce okuma yazma öğrenmiştim. Köyün mektupçusu, okuyucu olmuştum. Köyodalarında, ağaların dizinin dibinde cönkleri, âşık kitaplarını, dini cenkleri okudum. Ertesi yıl okula aralıksız gidebildim. İlkokulu bitirir bitirmez, tek kapımız, kâbemiz olan Köy Enstitüsüne Cılavuz’a başvurduk. İlçedeki başvurmalar sonuç vermedi. Git gel git gel. Sonuç yok. Bir kış başlangıcı, sert güz aylarının sonunda kuşların bile uçamadığı karlı bir havada ölüm yolculuğuna başladık dört arkadaş. Cılavuz’a yaya gittik. İki günlük yol” diye kaleme alıyordu.

Kaftancıoğlu’nun ilk öykü kitabı “Dönemeç”e adını veren öyküde söz edilen, dört çocuğun okumak için köylerinden kalkıp Cilavuz’a kadar, yolda yaşananların, başlarından geçenlerin anlatımıdır. Yolculuk boyunca çocukların karşısına gerçeklikle yer yer iç içe geçmiş masal kahramanları gibi hikâye kişileri çıkar: Atlılar, “Dönemeç”in başkahramanı Garip’i Ur’un Bey'i sanıp kamçılar. Kısırdağlar’da ot yığınlarının altında sabahladıklarında ise karşılarına bir ihtiyar çıkar. Onları ısıtır, doyurur, giydirir. Böylece Anadolu’nun kötülükle ve iyilikle harmanlanmış insanları hayat bulur. “Ulgar” öyküsünde de, Kol köyünden kışlık yiyecekleri olmayan kırk kişilik bir topluluk, kara kışta Ardahan’ın yolunu tutar. Türlü sıkıntılardan sonra arpalarını alıp köye dönerlerken dağda tipiye yakalanı hepsi ölür. Kaftancıoğlu, tıpkı Jack London’un “Vahşetin Çağrısı” ve “Beyaz Diş” romanlarında olduğu gibi, doğa ve insan savaşımını, “Şiddet” üzerinden anlatmaya çalışır. Tam da Amerikalı şair, Allen Tate’in, “şiirlerimi kaçışı olmayan insan hallerine yorumlar olarak adlandırıyorum” sözüne oturan bir bakış açısıdır bu. Hayat ve ölüm başkahramanlardır aslında. Bütün denge onların şiddetine direnen ya da yenilen insanlar arasında hüküm sürer. Görsellik her zaman ön plandadır.

Özyaşamından esinlenerek kaleme aldığı “Yelalan” romanında, yine Kars ve Ardahan girer edebiyatın sınırlarının içine. Bir yandan Gıdaşır ailesinin yaşamda kalma serüveni merkez alınırken bir yandan da köyün toplumsal yaşamından izler verilir: Gece toplantıları, şehirden gelen haberler, gençlerin askere gidişleri ve köye okulun açılması. Roman kişisi Gıdaşır ise, doğanın karşısına ezilir ve savaşımını yitirir. Karşısında bu defa yalnızca doğa değil Lal Hüseyin de vardır. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’ndeki Irazca gibi düzenin koruyucusu olarak çıkar karşımıza.

Ümit Kaftancıoğlu’nun bir başka özelliği bölge ağzını, yerel dili son derece dokunaklı kullanıp bir derlemeci olarak yazında da çalışmasıdır: “Tarla tapandan elim varmıyor / Bizim işimiz bunlar gibi yüngül değil. Selim bir ara yanladı.” Bununla birlikte okurun işini kolaylaştırmak için Yelalan romanının sonuna bir de sözlük koymuş, kendi yöresine dair sözcük çalışmasını adeta bir dilci duyarlılığıyla yapmıştır. Şunu da eklemek gerekir: Kaftancığlu yalnızca yazınımızda değil pek çok alanda çalışmalarını sürdüren Anadolu aydınlanmacısıdır. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünün dermemecisi de odur, mesela.

Yaşamının son döneminde, TRT’de “Dilden Dile” ve “Yurdun Dört Bucağı” radyo programlarında kendi deyişiyle gerçeğe ayna tutmaya çalışan Kaftancıoğlu, Ümit Doğanay’ın cenazesinde saldırıya uğrar. Şişli Camii'nin avlusunda yerlerde sürüklenir. Dipçikle kaburga kemikleri kırılır. Oysa bu ülkenin aydınlarının yazgısıdır bu. Tıpkı Muammer Aksoy’un cenazesinde Uğur Mumcu’nun, öldürülen arkadaşının fotoğrafını tabutunun başında taşıması gibi…

Öldürülüşünden on gün önce “Altın Ekin” adlı çocuk romanı Kültür Bakanlığınca on beş bin basılmasına rağmen siyasal iktidarın değişmesi karşısında sakıncalı bulunarak depoya kaldırılır.

11 Nisan günü kızını okula götürmek isterken yaşları on sekiz ile yirmi yaşlarındaki iki tetikçinin yaylım ateşine tutulur. Kızı, tesadüfen kurtulur. Hastaneye kaldırıldığında ise çok geçtir.

Kaftancıoğlu bir söyleşisinde, “Yazdıklarımızın, kişi ve toplum, sınıflar, uluslar, çağ üstünde bir etkisi yoksa, bir değişiklik yapmayacaksa neden boşuna yorulalım? Elbette bir değişimi amaçlıyoruz” diyordu. Tek bir suçu vardı: İnsanları, halkını sevmek, Anadolu’yu sevmek, güzel bir dünya için yazmak… Bunun için savaşmak.

Öldürüldüğünde tam kırk beş yaşındaydı. Geriye, unutturulmaya çalışılan aydınlarımızdan birinin daha sepya fotoğrafı kaldı.