Sadece altı yaşında bir küçücük oğlan çocuğuydu... zeytin karası gözleri ve ürkek bakışları ise her şeyden güçlüydü... daldı gitti uzaklara ve o çok konuşmayı sevmeyen yetişkin halleri...

Sadece altı yaşında bir küçücük oğlan çocuğuydu... zeytin karası gözleri ve ürkek bakışları ise her şeyden güçlüydü... daldı gitti uzaklara ve o çok konuşmayı sevmeyen yetişkin halleri, çocukluğuna yenik düştü o gün ... çok konuşmayı sevmezdi... hâlâ da çok sevmiyor... kendini başka ellere teslim etmekten korkuyor belki de... haksız da sayılmaz ki... yok benim de bir farkım ondan... benimkisi çok konuşmak gerçekte, ama yine de ve ille de saklamak çabası suretimi... çocukluğumdan çalıp, sevdiklerimi güldürmek biraz... belki de buna sebep, onun kurduğu cümleler ve yüreğinden dökülen kelimeler hep çok daha değerli... hem, kim sever ki hiç durmadan konuşan ağızları... anlatıyor işte... kırk yılın başında bir... belki de bu yüzden, binlerce yıldır tanıyor gibiyim onu... az konuşanlara açım... ve bir o kadar susuz ... merakım bundan... anlatıyor işte... buruk... güçlü... yenilmez ve bir o kadar çıplak... belli ki çok kısa sürecek yine... kıymetli halleri hep bundan... “Bilmezdim...” diyor... “iyi bir şeyler vardı elbet hayatta, ama bak, ben tam da şu karşı yamaçta, o küçük evlerden birinde geldim bu dünyaya... kimileri oraya, gecekondu diyor... şentepe işte, bizim bildiğimiz... ve ilk kez yaşamak denen o şeyin ne denli güzel ve sahiden de bir o kadar şenlikli olduğunu farkettim o tepenin yamacında, babamın şu “acı vatan” dedikleri yağmur ormanından getirdiği o tuzlu fıstıkları bir başıma yediğim o gün... nereden bilecektim, nedir fıstık denen yemiş ve üstelik tuzlu olanından... “... zor duruyorum ayakta... ilk kez başım dönüyor... bu pazar yazısını yazmak, ilk kez çok güç benim için... yorgunum... ama yazmak gerek...

Onu gördüğüm ilk günü unutmam hep zor olacak... hiç durmadan gülümseyen, kıyısında her ne varsa ışığa boğan bir güneş oğlan... koca bir çiftliğe bakıyor şimdilerde... tek dostu ise köpekler... haksız da sayılmaz ki... benimki hep kediler... “sarı gelin” türküsünü dinlerken gözleri doluyor... bir buldozerin altında, acıların kimi zaman bal eylendiği o uzak ülkede can veren babası, içinde bir onulmaz yara artık...  “korkmayın...” diyor gülüzar anası, “bir kolum yorulursa, öteki kolumun altına alırım her birinizi... korkmayın... yorulmam ki ben... ”... gülüzar hep güçlü... üç kızını ve üç oğlunu kimselere bırakmıyor... ve belki biraz da bu yüzden, en kıymetlisi anaların... belki benim anneme benziyor... hem erkek, hem kadın olanından... evi çekip çevireninden hani... yemeyip yedireninden... giymeyip giydireninden... onu tanımıyorum... tanımadan seviyorum... zira en küçük oğlu bana epey benziyor... erken giden her koca yürekli adamın ve geride bıraktıkları o güçlü kadınların evlatları belki de hep benzer türküleri söylüyor... yanıt bulmak zor gibi... ölmüşlerimiz sevmiyor konuşmayı... bunu kimse bilmiyor...

Benim mutsuz ve kederli adamda, askerliğini en yakın can yoldaşıyla, tek dostuyla yapan ilk ve son kişi, güneş oğlan belki de... ”dost”un yüreği o denli büyük ki, “olmaz” demiyor o koca postalların gölgesinde geçirilecek sonu gelmez aylara... “olur” diyor, sessiz ve sakin... “gerekiyorsa şayet, askerliğini bile paylaşırım seninle... her ne kadar, senin değil, bu vatanın borcu birikmiş olsa da sana ve ölmüşlerine, izlerini yakalar ve sancılarını yakarım peşinden o yorgun adımlarının... gelirim... bir kolum yorulursa, öteki kolumun altında saklarım seni... sen yeter ki hiç bırakma benim sadık yüreğimi... ”...

Güneş oğlan, ne şentepe’deki evin arkasına saklanıp soluğu kesilinceye dek yediği o tuzlu fıstıkların tadını ve onca gecenin nice kör karanlığında gözaltına alınan abla ve ağabeylerinin haklı ve onurlu duruşlarını unutuyor, ne de biricik can yoldaşı “dost”un ve biraz yorgun düşmüş “gülüzar”ın o pamuk saçlarının kimselere benzemeyen yumuşaklığını... babası Ali Rıza’nın adını her andığında ise o koca yüreği, hep daha çok susuyor... ve belki en çok da bu yüzden, en çok özlediği pirinç pilavını ve kuru fasulyeyi, en tuzlu olanından seviyor...

Hangimiz inkâr edebilir ki, acıları unutmak adına hep daha çok acıyla örttüğümüzü bir öncesinde kalanları sağaltabilmek telaşıyla... kimi ağıtlar ve ağrılar var ki bu tek içimlik hayatta, bir ömür boyu unutulmuyor... sen üzülme, güneş oğlan... dost dost diye nicesine sarılırken bizler, bu yalan ve acınası dünyada, öyle bir dostun oldu ki senin ömrünü paylaşan, kimi sahte yoldaşlara, sadece ve sadece susmak kalıyor... ve üstelik, utanarak!