“Rejim değişikliği” denilen şeyin, basitçe anayasa değişikliğine indirgenemeyeceğini, yeni bir rejimin inşa sürecinin siyasal ve toplumsal yaşamın bütün alanlarını kuşatacak şekilde hayata geçirilmeye çalışıldığını uzunca bir süredir yazıp çiziyoruz. Buna paralel bir şekilde, rejimin doğasına uygun yeni bir insan tipinin de yaratılmak istendiğini söyleyebiliyoruz. Rejim inşasıyla rejimin makbul vatandaşının inşası birlikte ilerliyor. Medyasıyla, okullarıyla, Diyanet’iyle, televizyon dizileriyle, “rejimin ideolojik aygıtları”nın kuşatması altındayız; bu araçlar bir yandan rejime yönelik rızayı üretirken, öte yandan rejimin makbul kitlelerini üretiyor, onları kendi projesinin birer “özne”sine dönüştürüyor.

Bu üretimin söylemsel boyutuna baktığımız zaman, söylemin merkezinde doğrudan dinin yer almasından ziyade, birtakım dolayım mekanizmaları kullanıldığını görüyoruz. Örnek mi, geçmişe dönüp bakıldığında “altın çağ” ya da “asrısaadet” diye kutsanan ve örnek gösterilen dönem, klasik İslamcılıkta olduğu gibi Peygamber’in yaşadığı dönem değil, Osmanlı İmparatorluğu olarak karşımıza çıkıyor. Din, milliyetçilik, kahramanlık, ihtişam, zafer dolu günler, dünya hâkimiyeti… Hepsi hayali bir Osmanlı tarihi üzerinden rejimin toplumsal rızayı üretmesine ve kitlelerin hem rejimle hem de tepesindeki isimle kendini özdeşleştirmesine hizmet ediyor. “Ecdat” ve “Osmanlı torunları” ile bezeli söylem, yaşanmakta olan sefalete ve yoksulluğa karşı, yanına eklenen maddi birtakım mekanizmalarla birlikte, tıpkı Marx’ın söylediği gibi “kitlelerin afyonu” olma niteliği taşıyor.

Bugün dün üzerinden kurulurken ve dün de bugüne hizmet etmesi için çarpıtılırken, bu çarpıtılmış tarih okumasının ve “geçmişin görkemli günlerine dönüş” vaadinin kaçınılmaz sonucu, siyasetin dost-düşman ikiliği üzerinden kurgulanması ve sürekli düşman icat etme ihtiyacı oluyor. Düşmanlar dönemsel olarak değişiyor ama düşman ihtiyacı ve icadı değişmiyor, sürekli yeni düşmanlar bulunabiliyor. Üstelik bu değişim her türlü pragmatizme rahmet okuturcasına baş döndürücü bir hızda olabiliyor, dünün baş düşmanları birden bire en iyi dostlara dönüşebiliyor.

Örnek mi, geçen yıl bu zamanlar hâlâ Rus uçağının düşürülmüş olmasının artçı etkilerini yaşamaya devam ediyor, at sırtında Moskova’ya gitmeyi ya da doğalgazın kesilmesi ihtimaline karşı tezek yakmayı düşünüyor, Ruslara Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina’yı hatırlatarak had bildiriyorduk, bugün ise can ciğer kuzu sarmasıyız. Daha altı ay önce Ruslarla barışmaya paralel bir şekilde ABD’ye posta koyuyor ve başta İncirlik olmak üzere üsleri kapatmaktan, NATO’dan çıkmaktan söz ediyorduk, bugün ise acaba Trump Ortadoğu’da bize de bir rol verir mi, Suriye’deki güvenli bölge planlarına ya da İran düşmanı ittifaka kıyısından köşesinden biz de dâhil olur muyuz hesabı yapıyoruz. Ve daha geçen yıl vize serbestisinden bahsederken, Merkel Türkiye’yi yol eylemişken, mülteci anlaşmaları yapılmışken, bugün gazete manşetlerinde Merkel’e Hitler bıyığı fotoşopluyor ve Almanya’da Nazizm’in devam ettiğini iddia ediyoruz.

Bir yanda züccaciye dükkânına girmiş fil gibi kırıp dökerek ilerleyen, en ünlü kalıbı “Sen kimsin ya” olan, her türlü devlet geleneğini, diplomatik teamülü, kurumsal aklı terk etmiş, incelikten yoksun, günü kurtarmaya odaklı, gerçek Osmanlı’yla uzaktan yakından alakası olmayan, kabadayı, lümpen bir dış politika, öte yanda Diriliş Ertuğrul’la, Abdülhamid Payitaht’la, yani uyduruk birtakım dizilerle bu dış politikaya razı edilenler.

Bir yanda tüm bu akıl almaz icraatları “esnek” ya da “onurlu” dış politika diye yutturmaya çalışan kiralık kalemler, öte yanda “Reis neylerse güzel eyler, hikmetinden sual olunmaz” diyerek olan biteni en ufak bir şekilde sorgulamayan kitleler, tarihin görüp görebileceği en tuhaf, en irrasyonel dış politika anlayışına ve icraatlarına hep birlikte tanıklık etmemizi sağlıyorlar.

Oysa gerçek hayat, hayali dizi senaryolarıyla Abdülhamid’e İngiliz büyükelçisini tokatlatmaya benzemiyor. İşte Suriye siyaseti bunun böyle olmadığının en iyi örneği olarak karşımızda duruyor. Çıkarları birbiriyle örtüşmeyen güçler dahi, örneğin Suriye ordusu ile YPG, ABD ile Rusya, Suriye’nin kuzeyinde Fırat Kalkanı’na ve tokatçı dış politikaya karşı geçici ittifaklar kurabiliyor. Rusya ile mutluluk pozlarının verildiği gün, Rusya ve Suriye askerleri ile YPG’lilerin birlikte halay çektikleri görüntüler önümüze düşebiliyor. Dahası, aynı anda hem ABD askerlerinin hem de Rus askerlerinin omuzlarında YPG armaları görülebiliyor.

Dizide büyükelçi tokatlayan zihniyet, bütün bir dış politikayı da “tokatçılık” üzerine, şark kurnazlığı üzerine, kasaba esnaflığı üzerine kurmaya çalışıyor ama olmuyor, o dış politika bir türlü dikiş tutmuyor ve dönüp dolaşıp bu ülkenin insanlarını vuruyor. İşte bu yüzden 16 Nisan’da “hayır” demek, bu tokatçılığa da itiraz etmek, “dur” demek anlamına geliyor.