İktidarın yarattığı “kapış-kapış kültürünün” hemen ötesinde devrimcilerin koordine ettiği “yardımlaşma sıraları” var. İnsanlar dertleri ve ortak çözümler hakkında konuşuyor.

Sen razı ol yeter!

Küfürbaz bir cumhurbaşkanı var. Yönettiği insanların kültür seviyesinden bihaber, kendi vasatlığını topluma dayatmaya çalışsa bile yıllardır bir türlü “çoğunluğa” o vasatlığı belletemiyor. Alçalışına kendi seçmenleri dahi eşlik edemiyor kimileyin, bin tane gafa düşüyor, bazılarını destekçileri bile açıklayamıyor. Siyasetin en ince hesaplarıyla, bin bir dalavereyle yirmi yıldır iktidarda olsa da en fazla açığı burada, “kültür” bahsinde veriyor bu yüzden. Yüzlerce örneği var bunun. Onu yasaklıyor, bunu yasaklıyor. Kafasına göre aidiyet, kafasına göre kimlik tanımlıyor. Canını sıkanı “vatan haini” ilan ediveriyor.

İşte son yaşadığımız afette bile, “felaketin kişileşmesi” gibi şahıs. Ağıtların arasından çadır ihtiyacı dillendirildiğinde yine küfrediyor bakın, ihmal ve yetersizliklere dikkat çekenleri tehdit ediyor ha bire. Şimdi bunları yazıyoruz diye bizi “not ediyor” bir de. Etsin!

Erdoğan’ın yüzlerce saçmalığı arasında en fazla dikkat çeken şeylerden biri de babasının kafa kâğıdındaki ekmek damgasına fazlasıyla takmış olması. İkinci Dünya Savaşı sırasında karneyle ekmek dağıtılmasını, ambargo dönemi gaz kıtlığı yaşandığında insanların tüp almak için sıra beklemek zorunda kalmasını yirmi yıldır dilinden düşürmüyor. Açıkçası biz de uzun müddet araçsal aklıyla geliştirdiği bir tür “derin tarih propagandası” olarak yorumlamıştık bunu; vallahi yanılmışız! Artık emin olduk ki zat-ı muhteremin kafası böyle çalışıyor. Çünkü onun görgü seviyesi bu; bakınız onun lügatinde “sıra, sıraya girmek, sıra oluşturmak” gibi kelimeler yok örneğin. “Kuyruk” diyor o, “kuyruk”. Onun için aşağılık bir şey bu. (Zaruri durumlarda bile insanların sıra olmasına takmış durumda sanki.) Gelgelelim “tüp kuyruğu, gaz kuyruğu” diyerekten kara çaldığı bir göreneğin bu kültürde yer alan gündelik liyakat haddini bile gözden kaçırıyor böylece. Hani “sırayı kaynatmanın” bile bir edebi vardır bu kültürde ya. Erdoğan’da o da yok!

Peki, kendisi ne yapıyor? Sıra oluşturmuyor o, kapıştırıyor. Evet, kapıştırıyor! Eşiyle birlikte selamladığı seçmenlerine oyuncak paketlerini, satranç takımlarını kapıştırıyor örneğin. Elindeki eşantiyonları kalabalığın üzerine sallıyor. “Alın pis fakirler” der gibi. Bu da yetmiyor, sel felaketi oluyor ülkede, gidip yardım bekleyen afetzedelerin kafasına çay fırlatıyor. Yıllardır kayırıcılıkla kamu varlıklarını “kapıştırmasında” görüldüğü gibi, kendinden olmayanın kamu hakkını gasp ede ede önerdiği toplumsal iddianın bilinçaltında ciddi ciddi bu var: Kapıştırma! İşte en son bu afette de yaşadık bunu, iktidar yardakçısı kuruluşların tırlardan yardım kolilerini depremzedelerin üzerine attığını gördük. Kapışsınlar, kapışsınlar da birbirlerine düşsünler, paylaşamasınlar da öfkelerini iktidara değil birbirlerine yöneltsinler diye. Lakin halk çaresiz değil, onlara mecbur da değil. Bu “kapış-kapış kültürünün” hemen ötesinde devrimcilerin koordine ettiği “yardımlaşma sıraları” var. İnsanlar sıra oluşturuyor, beklerken dertlerini konuşuyor, ortak çözümler hakkında fikir yürütüyorlar, sırası gelen ihtiyaçlarını temin edip fazlasına el sürmeden oradan ayrılıyor.

HALK ÇARESİZ DEĞİL

Tüm sosyalist oluşumlar bölgede yoğun çalışmalar içerisinde ve bu afette gerçekten görüldü ki Türkiye sosyalist solu -örgütlülük ve koordinasyon kabiliyetinin hikmetiyle- niceliksel potansiyelinin çok üzerinde bir etkiye sahip olabiliyor. Devrimciler ağırlığının on katını kaldıran karıncalar gibi, “halk için ve halkla beraber” yaraları sarmaya çalışıyor. Haliyle pek çok sosyalist oluşum gibi, SOL Parti de sahada. Afetten etkilenen illerdeki farklı noktalarda DAYANIŞMA GÖNÜLLÜLERİ adıyla çalışıyor. (Bunlardan Antakya’nın Defne ilçesinde kurulan dayanışma merkezindeki faaliyetlere on günlüğüne ben de dâhil olabildim.) Antakya’da, ilk günlerde -afetin peşi sıra yaşanan kaosun ortasında örgütlü ve disiplinli bir şekilde kurulan düzen sayesinde- mümkün mertebe hızlı bir şekilde halkın acil ihtiyaçları karşılanmaya çalışıldı. Gelgelelim depremin üzerinden on beş gün geçtiğinde bile halen erzak ve barınak sıkıntısı giderilemediği gibi hijyen sorunu da çözülmüş değildi. Kentin ortasındaki spor salonunda kullanılamaz hale gelmiş olan tuvaletler ve duşlar büyük bir hızla onarıldı bu yüzden. Kısıtlı su olsa bile, bilhassa çadırda kalan ailelere randevu sistemiyle duş imkânı sağlanmaya başladı. Bu esnada bir taraftan uzun müddet yardım ulaştırılamayan köylere araçlar kaldırılırken, diğer yandan dayanışma merkezine gelen insanların ihtiyaçları karşılanmaya devam ediyordu.

İhtiyaç listeleri alınan afetzedeler sıra oluştururken özellikle AFAD’ın koordinasyonsuzluğundan ve hakkaniyetsiz dağıtımından veryansın ediyordu. “Kapış kapış” mantığının ve kayırıcılığın karşısında sıraya giren insanlar devletli ceberutlara “medeniyet dersi” verir gibi, aralarında yaşlı, sakat ya da daha özel durumu olan insanlara “pozitif ayrımcılık” yaparak sırada öne alıyor, listeye fazladan yazdığımız malzemeleri almak istemiyor, “ihtiyacı olana iletin” diye tembihliyordu bize. Eşitliği herkes seviyor.
Kimisi yardımları aldığında “Allah razı olsun” diyorsa da “sen razı ol yeter” cevabıyla dağıtılan malzemenin zaten kendilerine ait olduğu açıklanıyor onlara. Sırada bekleyenlere sürekli anons yapılıyor: “Bu malzemeler zaten sizin, biz sadece dağıtımı koordine ediyoruz. Biliyoruz ki aynı şey bizim başımıza gelseydi siz gelip dağıtım yapacaktınız ve bizler de sırada olacaktık”. Bu sefer “bizden bir isteğiniz var mı” diye soruyor insanlar. Gebze’den gelen Hakan’la İstanbul’dan gelen Buse yanıt veriyor: “Gözünüzü seveyim hasarlı binalardan uzak durun, ihtiyaçlarınız için yine gelin, çevrenizdeki ihtiyaç sahiplerini bize bildirin”.

DAYANIŞMA KÜLTÜRÜ

Sürekli malzeme giriş çıkışı olduğundan bir türlü düzene girmeyen bir depo var. Dağıtım bittikten sonra gece yarılarına kadar tasnif ve düzenleme yapıyor gönüllüler. Fakat olmuyor, bir türlü düzene girmiyor. Derken üstlerine sarı önlük giyinmiş bir grup çıkageliyor. “Biz İstanbul Merter’de çalışan tekstil işçileriyiz” diyorlar, “depo bizim işimiz”. Afet bölgesindeki dayanışma merkezlerini tek tek dolaşarak depoları düzenlemeyi iş edinmişler. Bu ihtiyacı da kendileri tespit etmişler. Hülasa depoya girip bizim Türk gibi başladığımız işi İngiliz gibi yarım günde bitirip gidiyorlar. Teşekkür ediyoruz. Derken yine malzeme geliyor. Sırada bekleyen insanlar tırı boşaltmamıza yardım etmek istiyorlar. Elden ele taşınıyor koliler. Halk için ve halkla beraber! Sonra birkaç depremzede genç aramıza dâhil olmak istiyor. “Elimiz kolumuz bağlı durmak istemiyoruz” diyorlar. Yelekleri giyinip dayanışma gönüllüsü olarak çalışmaya başlıyorlar. Bölgede nerede temiz su kaynağı var, nerede en çok neye ihtiyaç var, ulaşım hangi güzergâhlardan daha kolay olur, bunlar gibi akla hayale gelmedik bir ton ayrıntıyı en iyi onlar biliyor. Dayanışma ahaliyle bütünleşerek büyüyor. Sonra tekrar deprem oluyor, birkaç duvar yıkılıyor, dizilen malzemeler dağılıyor. “Olsun” diyor gönüllüler, hemen yeniden koordine olarak el ele verip çalışmaya devam ediyorlar.

Özetle: Kayırıcılığı mesnet edinmiş bir iktidarın teşvik edip durduğu “sadaka ve himmet kültürü” ile cemiyetin otonom etiğine münhasır gelişmiş bir “dayanışma kültürü” arasındaki devasa farkı afet bölgesinde de gözlemliyoruz bu günlerde. Kıyametin ortasında boy veren ütopya ile yukarıdan dayatılan distopyanın birbirine galebe çalma mücadelesi sanki…