Sırtımı ne zaman dayasam beni hiç yanıltmayan güzel insan,

Sırtımı ne zaman dayasam beni hiç yanıltmayan güzel insan,

Neredeyse aynı dönemde benzer ‘ayrılık’ hikâyeleri yaşadık. Sen o dönem kısa da olsa yalpalarken, bu olumsuz görünen hikâye benim çıkışım olmuştu. Herkes “aman kafanı takma” derken ben içten içe gülüyordum.
O günden bu yana cebime insan doldurmuşum bunu görüyorum bugün. Arkadaşlarımın, dostlarımın çoğunu yollarda tanımışım, bulmuşum ben. Yol hikâyeleriyle bezemişim bugüne değin bu sıkı ilişkilerimi. Bugün geriye dönüp baktığımda onlarca kente ait tonlarca hikâyem var, verdiğim bu karardan da hiç pişman değilim. Ömrüm billah tasarruf eden, nalet parayı biriktiren bir adam olmadım. Hep yollarda olmayı sevdim, yol hikâyelerine müptela oldum.
• • •
1995 yılında rahmetli Ferit amcanın bisküvi sattığı emektar Reno’su ile yaptığımız Edirne ve Çanakkale gezisiyle başlayan yolculuk serüvenim dur durak bilmeden bugünlere geldi. O gün ilk kez görüp vurulduğum Bozcaada tutkum da ilk günkü gibi taze. Sana Bozcaada’yı yazmayacağım merak etme, binlerce defa benden dinledin, hatta olmadı iki yıl önce Ufuk Hoca’yı Meclis’e yolladıktan hemen sonra seninle Ada’ya kaçmıştık İnti İllimani dinleye dinleye…
Ne diyordum? Hah, o dönem yaşadığımız benzer ayrılık hikâyesi benim ben olmamı sağladı biliyor musun? O dönemler ben bugünün popüler benzetmesi ile açıklayacak olursam ‘ıssız adam’ı oynarken, sen ‘gönül adamı’ tavrından ödün vermiyordun. Hâlâ daha aynı durumu koruyor muyuz emin değilim. Belki de rolleri değiştirmişizdir.
98’in ekiminde tesadüf eseri aynı sıraya oturduğumuzda başladı her şey. Bir tavla maçı sonrası, pehlivan misali devamlı oynamak istemenle arkadaşlığımız ilerledi. Sonra vurulduk fena halde birilerine. Derslere bile girmeyen sen tüm dersleri verip, kütüphaneden çıkmaz olmuştun be. “Aşk nelere kadir” der dururduk seni gördüğümüzde, sen harıl harıl çalışırken kütüphanede.
Sonra bir şekilde mezun olduk. Sen devlette, ben özelde iğneyle kuyu kazmaya başladık. İsteyerek ve bilinçli şekilde seçtiğimiz mesleklerimizden şimdi sanırım sıkıldık. “Bana göre değilmiş” der durur olduk. Birçok arkadaşımız, birçok çalışan gibi…
Sonra senden yine kurtulamadım! Şimdi yan odamda yeni aldığın plakları deneyip, kediye muziplikler yapıyorsun. Bunca yıl olmuş ve senden neler neler öğrenmişim, neler neler yaşamışım ben dostum, onları düşündüm durdum.
Mesela İstanbul’a aday olacak başkan adayının ‘şehir planlamacısı’ olması gerektiğini öğrendim, ki çok haklısın. Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmlerini, ‘Kasaba’yı, ‘Uzak’ı senin sayende, verdiğin korsan DVD’lerden izlemiştim, ki o filmler eski sevgilimde kaldı üzgünüm. Sonra ‘Truman Show’a iki bilet almıştın da gitmiştik, hatırladın mı? Üç yıl önce Arif abinin 80. yaşını Piraye Kafe’de iki kahve içtikten sonra tüm dostlarla birlikte kutlamıştık, ne geceydi yahu. Ha, Zülfü Livaneli konseri nasıldı ama, Rumeli Hisarı’nda yıllar sonra verdiği, 3 saat sahneden inmediği, ‘Gözlerin’i söylemediği için hep birlikte bağıra çağıra söylettiğimiz konser. Seninle İzmir kaçamağımızı da unutamam doğrusu. Karantina’da yağmur altında yürüdüğümüzü, misket oynayan çocuklarla fotograf çektirdiğimizi, Şirince’den şarap alıp iki kadına kaptırdığımızı, Pasaport’tan son vapuru kaçırıp Karşıyaka’ya taksi aradığımız o yorgun İzmir gecesini!
Daha hangi birini yazayım ki, hayatımın her anında, aynı yöne baktığımız birçok olayda, masamın yanında duran kabı yıpranmış bir Orhan Gencebay plağı üzerindeki ufak notta, Can Yücel şiirlerinin satır aralarında… Dostları saklamak maharet istiyor sanırım. Bu da benim en büyük kazancım son yıllardaki ve şımarık çocuklar gibi söylemem gerekirse bu kazancın ‘en birinci’ olanı sensin.
Birlikte öğrendiğimiz en önemli şey de Ümit Yaşar’ın şu dizeleri olmalı sanırım:
“İnsan ne kadar sevse unutabilir / Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer”…