Las Vegas’ın en büyük kumarhanelerinden Caesars Palace (Sezarların Sarayı) 5 Ağustos 1966’da şaşaalı bir törenle açıldı. A Short History of Las Vegas adlı kitapta yazılanlara bakılırsa sırf bu tören için 1 milyon dolar harcanmış, Romalı köle kadınlara benzemek için peruk takan garson kızlar davetlileri “Caesars Palace’a hoş geldiniz. Ben sizin kölenizim.” diyerek karşılamıştı. Müşterilerin kendilerini birer Sezar gibi hissetmesi istendiği için adı “Sezar’ın Sarayı” değil “Sezarların Sarayı”ydı.

Mafya ile yakın ilişkileri bulunan Jay Sarno, bu kumarhaneyi açmak için harcadığı 25 milyon doların 10.6 milyonunu kısaca Teamsters olarak bilinen bir sendikadan, International Brotherhood of Teamsters’dan (Uluslararası Kamyoncular Kardeşliği) almıştı. O yıllarda sendikayı yöneten Jimmy Hoffa bu parayı işçilerin ‘emeklilik fonu’ndan Sarno’ya, yeni Sezarlar ve yeni köleler düzenine aktarırken tek derdi elde edilecek kârdı.

Jimmy Hoffa 14 yaşında çalışmaya başlamıştı. Gençlik çağlarında para dağılımındaki haksızlığın bilincine vardı, buna karşı mücadele etmek için sendika dünyasına atıldı ve sonunda dünyanın en ‘kapitalist sendikacı’larından biri olarak tarihe geçmeyi başardı.

Sendika deyince de aklınıza Wobblies (IWW-Dünya Sanayi İşçileri) gibi bilinçli bir emekçi örgütlenmesi gelmesin. Teamsters, üyesi olduğu hükümet güdümlü AFL’nin (Amerikan İşçi Federasyonu) politikalarına uygun biçimde, patronlarla işbirliğine dayalı bir işleyişe sahipti. Hükümetin olağanüstü durumlarda (örneğin 2. Dünya Savaşı zamanı) grev yapılmaması isteğini Wobblies reddederken AFL ve üyesi olan sendikalar seve seve kabullenmişlerdi (bunun 21. yüzyıl versiyonunda RTE adlı bir ‘başgan’ işçiler grev yapamasın diye ‘olağanüstü hal’ ilan ettiklerini övünerek anlatır).

1903’te kurulan sendikanın ikinci başkanı olan ve mafya ilişkilerinin temelini atan Daniel J. Tobin (1907-1952 arası, tam 45 yıl kamyoncuları yönetti) radikal bir komünist düşmanıydı. 1957’de örgütün başına geçen Jimmy Hoffa’nın sendikacılık diye öğrendiği her şey Tobin’in eseriydi: Ebedi başkan ol, rakiplerini mafya şiddetiyle sindir, kamyoncuların kazandığı parayı patronları incitmeden arttır, hükümet ve mafya ne isterse yap ki sen istediğinde de onlar yapsın. Bu operasyon dizgesinde bir tek unsuru bile ihmal edersen kellen gider. Araya bir hapislik dönemi giren, Nixon’ın özel affıyla serbest kalan, sendika başkanlığı konusundaki hırsına yenik düşüp mafyayı kızdıran Hoffa’nın kellesi 1975’te gitti.

Geçen hafta Netflix’te epey parıltılı bir tanıtım programıyla gösterime giren The Irishman adlı Martin Scorsese filmi, Hoffa’nın yakın arkadaşı olan mafya tetikçisi Frank Sheeran’ın gözünden ‘Hoffa sendikacılığı’nı anlatıyor. Bir başka mafya hikayesi olan Goodfellas/Sıkı Dostlar’dan (1990) alışık olduğumuz akıcı sinema dilini burada da kullanan Scorsese, 3,5 saat boyunca acımasız katiller ve sömürgen sendikacılarla özdeşleşmemizi sağlayan bir öykü anlatıyor.
Yönetmenin ille de bunları kötülemesi gerekmiyor tabii, ama ABD’yi bugünkü ABD yapan kurumsal çürüme ve şiddeti anlatırken bu karakterlere duyduğu hayranlığı bu kadar hissettirmeseymiş keşke... Keşke sapsarı Teamsters’ı Sezarların değil de kölelerin gözünden görebilseymişiz azıcık...