Emekçilerin, tek adam rejiminin yarattığı tahribattan sıkışmış bir mücadele anlayışıyla kurtulamayacağını söyleyen SES Genel Sekreteri Pınar İçel, “Rejimle hesaplaşmaya, sendikal politik bir hatta ihtiyaç var” diyor

Sendikal politik hatta ihtiyaç var

Kardelen TATAR

AKP, iktidara geldiği ilk günden beri sağlık alanında yıkıcı düzenlemeler yapıyor. Emekçiler ise bu düzenlemelere karşı mücadele ediyor. Kamu emekçileri ise bir süredir hareketin içindeki çıkmazlara ilişkin birtakım tartılmalar yürütüyor. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Genel Sekreteri Pınar İçel ile 20 yıllık AKP dönemine karşı kamu emekçileri hareketinin nasıl bir mücadele hattı geliştirmesi gerektiğini konuştuk. İçel,Sendikal mücadelemiz sistemin neden olduğu bu tahribatları gören bir yerden örgütlenmeli” diyor.

20 yıllık AKP dönemine karşı kamu emekçileri hareketinin nasıl bir mücadele hattı geliştirmesi gerektiği, mevcut kamu emekçileri hareketinin çıkmazlarının neler olduğu üzerine uzun süredir tartışmalar yapılıyor. SES, emek hareketinin krizinin çözümüne yönelik nasıl bir hat izliyor?

Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle ülkedeki emekçilerin 20 yıllık süreç içerisindeki durumunu ve emek hareketinin yaşadığı krizi kısaca sağlık ve sosyal hizmet işkolunda işyerlerinin yapısı, çalışma biçimleri ve örgütümüzdeki değişim açısından tanımlamamız gerektiğini düşünmekteyim.

Sağlık işkoluna bakıldığında pek çok meslek ve bilim dalının bir araya gelerek hizmet ürettiği görülür. Mekân olarak çoğunlukla devlet hastaneleri 200-400 yataklı orta ölçekli yapısından ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’ ile döner sermaye ve performansa dayalı işletmelere dönüştürüldü; bir ekip olarak üretilen hizmet parçalandı; iş barışı bozuldu. Şehir hastaneleri ile en küçüğü 500, en büyüğü 3 bin yataklı hizmet veren birimler bir AVM’de olduğu gibi bir araya toplanmış ayrı ticari işletmeler biçiminde tasarlandı. Tıbbi hizmetler asli hizmet ve diğer hizmetler olarak ayrıştırıldı. Yemek, çamaşır, temizlik, güvenlik, santral, teknik hizmetler ve getirisi yüksek laboratuvar, radyolojik görüntüleme, diyaliz, kardiyoloji, onkoloji gibi tıbbi hizmetlerde kâr amacıyla ayrıştırıldı, özelleştirilerek parçalandı. Sonuçta bu birimlerde çalışanların kadroları yok edilerek sözleşmeli, taşeron, güvencesiz, 4B, 4C olarak istihdam yapısı da parçalandı. İstihdam parçalanmakla kalmadı; sağlık emekçileri arasında yarı zamanlı, çağrı üzerine (yatan hasta sayısına göre–hasta az ise evine gönderilen, sayı artınca çağrılan) kuralsız, esnek çalışma biçimleri oluştu.

Tüm bu yeni liberal, piyasacı, özelleştirmeci saldırılara karşı SES, 2003 yılından 2011 yılına kadar bütünlüklü programlı bir mücadele yürütmüştü. Genel Sağlık Sigortası, Aile Hekimliği, Kamu Hastane Birlikleri adım adım uygulamaya konulurken “Sağlık haktır, satılamaz” “Sağlık Ocaklarıma Dokunma”, “Sağlıkta Yıkımı Durduralım” şiarlarıyla; ‘paran kadar sağlık’, verdiğin hizmet kadar ücret/ performans anlayışına karşı eylemler, kol yürüyüşleri ve mitingler ile bu yıkıma karşı durmayı, saldırıları geriletmeyi başarmıştık. Mücadele hattımızı belirleyen, kamu emekçileri hareketinin düzen içine hapsedilmeye bir itiraz olarak “haklar yasalardan önce gelir” anlayışı ile yarattığı fiili meşru mücadele zeminiydi. Sonraki yıllarda yukarıda anlatılan dönüşüme bağlı sorunlar dışında, emeğin örgütlü gücü olan sendikaların emekçiden ve sınıf politikalarından uzaklaşmasının yanı sıra SES açısından sağlık hakkını savunan programlı mücadelelerimizdeki zafiyet ve kırılmalarla içine sürüklendiğimiz kriz derinleşti. Bu nedenle kuruluş ve varoluş ilkelerimize, emeğin tüm parçalı yapısına karşın birleştirici, bütünlüklü bir mücadele hattı ve programı oluşturmaya ihtiyaç var. Unutulmamalıdır ki; bu hat AKP iktidarının sınıfın içindeki uzantısı olan işçi konfederasyonunun genel sekreterinin konuşmacı olarak çağrılmasıyla, kamu emekçileri mücadelesini etkisizleştirmek, bastırmak, belirli sınırlara hapsedilmesini sağlamak için iktidar eliyle kurdurulmuş, her toplu sözleşme döneminde güdümlü sendika olduğunu kanıtlayan memur sendikaları temsilcilerini emekçilerin kürsüsüne davet ederek örülemez.

AKP’nin toplumu açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden politikalarını güçlendirmesinde hangi tutumlar etkili oldu? Aynı politik hatalara düşme ihtimaline karşı emekçiler ne yapmalı?

Kendini muhafazakâr demokrat olarak tanımlayan AKP, demokrasi, demokratikleşme gibi kavramların içini boşalttı, bunu da çoğunluğu ele geçirmek, iktidarını mutlaklaş¬tırmak için kullandı. Evet, söz ettiğiniz gibi liberal ideolojik hegemonyanın yarattığı kafa karışıklığının etkisiyle kimi muhalif kesimlerin AKP’nin ülkeyi demokratikleştireceği beklentisi de önemli sorunlara neden oldu.

2009 tarihinde gündeme getirilen demokratik açılım ya da daha yaygın kullanılan “Kürt Açılımı” süreci ve sonlanışı, “Alevi açılımı politikası”, Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerinin yok sayılması ve AİHM'de çıkan karara rağmen zorunlu din dersleri uygulamasının ısrarla sürdürülmesi sıralanabilir.

2010 Referandumu önemli bir dönemeçtir. Referandum sonrası AKP‘nin sürdürdüğü bütün gerici, muhafazakârlaştırıcı, özelleştirmeci ve piyasacı ekonomik politikaların önü açıldı. 125. madde değişikliği ile yerindelik denetimi ortadan kalktığı için özelleştirmelerin önündeki engeller yok edildi. Su kaynakları, ruhsatları alınmış maden alanları, kıyılar-koylar, 2. derece sit alanları, ormanlar kısacası ekolojik talan başladı. Sendikal haklar, işçi hakları yok sayıldı, göstermelik Ekonomik Sosyal Konsey oluşturuldu, grev yasakları korundu. Anayasa değişikliğinde “pozitif ayrımcılık” yalnızca aldatmaca olarak yer aldı. Aynı anlayışla Mayıs 2011’de imzalanarak onaylanan ‘İstanbul Sözleşmesi’nin akıbeti ortada.

Katılımcı demokratik bir Anayasa’dan, askeri vesayeti geriletmekten uzak, 12 Eylül ürünü ve uzantısı olan AKP iktidarının sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda Anayasa tadilatı olarak ele alabileceğimiz 2010 referandumundan demokratikleşme beklemek en önemli açmazı oluşturdu. Bu referandumda “yetmez ama evet” ve “boykot” tavrına destek veren sendika yöneticilerimiz hayırhah tutumları, yarattıkları kırılma ile ülke ve KESK tarihinde yerlerini almışlardır.

Demokrasi mücadelesi sömürü, mül¬kiyet, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkilerini sorun haline getirmiyorsa kurulu düzenle herhangi bir sorunu olamaz. Emek-sermaye ekseninde yürütülmediği sürece demokrasi mücadelesi içi boş bir söylem olmanın ötesine geçemez. Geniş emekçi sınıflar açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, sefalete, güvencesizliğe, aşağılanmaya terk edilmişken, baskı ve zulümle karşı karşıyayken, haklardan söz etmek, demokrasiyi dört-beş yılda bir sandığa gidip oy kullanma¬ya indirgemek oyunun parçası olmaktır. Emekçiler bu gerçekliği gözden kaçırmadan emek-sermaye çelişkisi temelinde yürütülecek mücadeleyi esas almalı, yönetime katılma, söz ve karar sahibi olma anlayışını yaşama geçirecek ideolojik politik bir tutum geliştirmelidir.

Emek hareketinin bugünkü güncel görevleri ne olmalı? Mevcut rejimle hesaplaşmayan bir sendikal politik yaklaşımla, emek ve demokrasi mücadelesi bugünün temel sorunlarının çözümü için umut olabilir mi?

1980’li yılların başından itibaren Keynesyen sosyal-liberal politikaların yerini Friedman’ın katkılarıyla saldırgan, piyasayı en yüce değer olarak gören, sermayenin sınırsız özgürlüğünü savunan neoliberal politikalara bırakmasının altında gezegendeki hiç bitmeyen ekonomik krizin olduğunu unutmadan, ekolojik krize ve küresel epidemiyolojik krize de kaynaklık ettiğini görerek kapitalizmin gezegen için bir felaket sistemine dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz.

80’li yıllarda başlayan öykü 2003 yılına gelindiğinde AKP hükümeti eliyle “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile sağlık alanının tamamen dönüşümü- bize göre tasfiyesi ile sürdü. Ne yazık ki sağlık kavramı kişilere terk edildi. Diğer boyutları göz ardı edilerek hastalanınca sağlık kuruluşuna gitmeye indirgedi. İşletmecilik esaslı, özel sağlık kuruluşları ve hastanelerin teşvikine, serbest ücret politikasına dayanan anlaşmalarla, kamunun hizmet satın aldığı anlayışa dayandırıldı. Hastaya müşteri olarak bakan bir yaklaşımla işin nicelik dediğimiz sayısal çokluğu ile kâr olanaklarını artıran bir yaklaşım sergilendi. Sağlık hak olmaktan çıkarıldı, metalaştırıldı, piyasa koşullarına terk edilerek özelleştirildi, ticarileştirildi.

Salgın sürecinde acı bir şekilde deneyimlediğimiz, işsizlik, gelir kaybı nedeniyle beslenme, barınma ve sağlık koşulları kötü olan yoksul halk kitlelerinin ve salgın koşullarında dahi çalışmak zorunda kalan emekçilerin salgından daha çok etkilendiği, ticarileşen sağlık hizmetlerine ulaşamadığı gerçeğidir. Bu sınıfsal boyut sağlık, eğitim, ulaşım, temiz su vb. hizmetlerin kamusal verilmesi için mücadele verilmesi gerektiğini bir kez daha doğruladı.

Sistemin ve tek adam rejiminin yarattığı tahribat ve kriz, tüm toplumsal kesimleri yoksullaşmaya, açlığa mahkûm etmiş, kamunun varlığı ve kaynakları sermayeye peşkeş çekilmiştir. Bu koşullarda kendine yeten eylem takvimlerine sıkışmış bir mücadele anlayışına sahip örgütlenmeler emekçiler ve yoksul halk kesimleri için bir sonuç yaratamaz. Kurulu rejimle hesaplaşmaya, bu bağlamda sendikal politik bir hatta gereksinim var.

Tek adam rejiminin, yoksullaşmaya ve açlığa mahkûm eden ekonomi politikaları, tüm toplumsal zenginliği sermayeye peşkeş çekmesi toplumsal krize yol açtı. Emek örgütleri bu gidişat karşısında emekten yana politikaların hayata geçirilmesi için nasıl bir adım atmalı? SES’in nasıl bir hat izlemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Bizlerin de içinde yer aldığı emeği ile geçinen toplum kesimlerinin yaşam standartları sürekli düşüyor, tüketim kapasiteleri azalıyor, geçinemediğimiz, yoksulluk ve hatta açlık sınırında yaşamaya zorlandığımız açık. Sendikal mücadelemiz sistemin neden olduğu bu tahribatları gören bir yerden örgütlenmelidir. Sağlık alanında iş yerlerinden başlayarak birleşik emek meclislerinin inşası, işyerlerinde yürütülecek işyeri meclisi çalışmaları şart; emekçilerin işten atmalar, iş cinayetleri, mobbing, taciz, cinsiyet ayrımcılığını da içeren tüm sorunlarında ortak davranış ve dayanışmasının, işyeri meclisleri üzerinden örgütlenmesi önemli bir aşamadır.

Süren pandemi krizi yaşam ve çalışma alanlarımızı etkilediği gibi pek çoğumuzun mücadeleye bakış açısında farklılaşmaya da neden oldu. Alınmayan önlemler, verilmeyen destekler ve sermayenin çarklarının salgın koşullarında dahi koşulsuz dönmesi ısrarı, emeğiyle geçinenler için pandeminin sınıfsal niteliğini ve emek-sermaye çelişkisinin uzlaşmaz karşıtlığını net bir şekilde ortaya koydu. Yeni sağlık sisteminin merkezinde insanın olmadığı, kamusallıktan uzak, sağlığın piyasanın insafına terk edildiği, metalaştırıldığı, tek değerin “kâr” olduğu belirgin bir şekilde açığa çıktı. Yaşamak ve yaşatmak için verilecek mücadelenin bir yönü ile sağlık emekçilerinin hak mücadelesi olduğu, diğer yönüyle halkın sağlık hakkı mücadelesi olduğu belirginleşti.

Sağlık hizmetlerinin sunumunun belirleyeni siyasi iktidar ve politikalarıdır. Sağlık hizmetinin piyasalaştırılma süreci siyasi politik bir karardır; dolayısıyla meselenin kendisi de politik bir meseledir ve verilmesi gereken mücadelenin de politikleşmesi gerekir. Sadece hizmeti sunan emekçilerin sendikaları, tabip odaları ile yürütülecek toplumsallaşmamış, politikleşmemiş bir mücadelenin başarıya ulaşma şansı yoktur. Öncelikle yaşam hakkının bir parçası olarak yukarıda da söylediğim gibi sağlık hizmetlerinin hak olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. İkinci olarak sağlık hizmetlerinde yaşanan sorunların nedeni sistemin kendisidir. Emek hareketinin önündeki en önemli sorumluluk emekçilerin yaşamsal krizine dönüşen hâkim siyaset anlayışı ve politikalarına karşı birleşik bir hattın kurulmasıdır. Bu amaçla yeni ön açıcı deneyimlerin yaratılmasına, mücadele programı oluşturulmasına gereksinim vardır.

Sağlık alanında hizmeti sunan sağlık emekçileri de yararlanan yurttaşlar da aynı mücadelenin parçasıdırlar. Sağlık hakkı için çatışma değil dayanışma içerisinde olmalıdırlar. Bu amaçla sağlık emekçilerinin ayrımsız, işyerlerinden başlayarak “Sağlık Meclisleri”, hizmet alan yurttaşların ise “Sağlık Hakkı Meclisleri” kurması zorunluluğu atılması gereken adımların başında gelmelidir. Dolayısıyla sağlık emekçileri mücadelesi ve toplumun sağlık hakkı mücadelesi kamucu sağlık hizmetlerini kazanma mücadelesidir. Kamucu sağlık hizmetleri dediğimiz şey eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir hizmetlerdir. Kamucu sağlık hizmetleri yalnızca bu hizmetlerin devlet eliyle yürütülmesi olarak algılanamaz. Kamucu sağlık hizmeti merkezi bir planlamaya bağlı olarak yeniden örgütlenmeli, ihtiyaçların belirlenmesi ve sunulmasına kadar tüm süreçlerde hizmeti alan halkın ve sağlık emekçilerinin söz ve karar sahibi olması hedeflenmelidir.

Sağlıkta dönüşüm, örgütlenme çalışmalarını nasıl etkiledi? Siyasal iktidara yakın sendikal anlayışlar, mücadele alanında nasıl bir etkiye sahip, bu etki alanını kırmanın yolları neler?

AKP iktidarı şimdiye kadar oluşturduğu rıza mekanizmaları ile güdümlü sendikalar aracılığıyla, yasaklarla çalışma yaşamını uzlaşmacı, verilenle yetinen bir çizgide tutmayı başardı. Bu başarıda siyaset temelinde sınıf bilincinin inşası önünde kültür kimlik temelli yönelimlerin, din temelli anlayışların etkisi de unutulmamalıdır. Bu etkiyi kırmanın en önemli yolu işyerlerinden başlayarak sınıf dışı postmodern yaklaşımlara karşı verilecek pratik ve ideolojik mücadeledir.

Siyasal iktidar, bir taraftan neoliberal politikalar doğrultusunda çalışma rejimini parçalarken diğer taraftan siyasal İslamcı yaklaşımla kurumları gerici anlayışla yeniden inşa etti. Bu gerici adımların yansımaları neler?

Siyasal İslamcı anlayışın kurumları gerici anlayışla yeniden inşa ettiğini, aile ve kutsal değerler üzerinden ürettiği söylemlerle, bu inşanın kilit taşı olarak laikliğe, kadın emeğine ve bedenine yönelik saldırılarla yerleştirdiğini görüyoruz. “Gericiliğin Kıskacında Sağlık” olarak adlandırabileceğimiz pek çok uygulamadan bahsedebiliriz.

Örneğin aile planlaması ya da kadın bedenine yönelik saldırılar…

sendikal-politik-hatta-ihtiyac-var-1004531-1.
Pınar İÇEL

Kürtajın ülkemizde yasak olduğu algısını yerleştirmek üzere kimi adımlar atıldı. 2012 yılında kürtajın cinayet olduğu, hiçbir Müslüman ailenin doğum kontrolü anlayışı içinde olamayacağı, kürtajın aile planlaması yöntemi olmadığı (zaten böyle bir düşünceyle kürtaj yapılmamaktadır) söylemleri ile başlatılan tartışmalar zemininde hazırlanan kürtaj yasa taslağı çalışmaları geldi ve sonrasında kürtaj yasaklandı algısı yaratıldı. Yasal olduğu halde kürtaj yaptırmanın önüne fiili ve sistematik bir şekilde engeller konuldu. Çiftlerin ikna odaları ile kürtajdan vazgeçirilmeleri uygulamaları başlatıldı.

Sağlık Bakanlığı tarafından aile planlaması hizmetlerinin bir parçası olarak Sağlık Ocaklarına, Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezlerine (AÇSAP) başvuranlara gebeliği önleyici haplar (oral kontraseptifler), rahim içi araçlar ve kondomlar, ücretsiz olarak verilmekteydi. Böylece istenmeyen gebelikler ve kürtaj baştan engellenebilmekteydi. Aynı anlayış doğrultusunda “bakanlığımızın ‘doğum kontrolü’ şeklinde çağ dışı kalmış bir uygulaması olamaz” söylemiyle Sağlık ocakları ve AÇSAP merkezlerini kapatılarak kadınların bu iradeleri ellerinden alındı.

Başka bir uygulama aşı karşıtlığı…

Yasalarda ve mevzuatta, aşının yapılması gerektiğine ilişkin düzenleme ve zorunluluk bulunmamakta. Zorunlu aşı yapılmasının istisnası, Hıfzıssıhha Kanunu'na göre salgın hastalık şeklinde tanımlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi 2015’teki kararında , “yasal bir düzenleme ile kısıtlama getirilmediği sürece anne-baba rızası olmadan mahkeme kararıyla bile olsa çocuğa zorunlu aşı yaptırılamayacağı”nı düzenliyor ve 2016 kararında ise zorla aşı yapımını bir “hak ihlali” sayıyor. Kararların gerekçesi olarak aşıların, koruyucu tedavi niteliğinde olduğu, uygulanmasının zorunlu olmadığı belirtiliyor.

Kâr temelli sağlık sistemine karşı oluşan güvensizlik, gerici propagandalar ve yasal mevzuattaki boşluk bu tür kararların gerekçesi olabilmekte, çocuklarını aşılatmak istemeyen ailelerin sayısının artmasına, aşılama oranlarının düşmesine neden olmaktadır. Son yıllarda savaşlar, göç ve sığınmacı olarak aşısız çok sayıda çocuğun sınırlarımızdan ülkemize girişi nedeniyle önemli bir toplumsal sorun olarak da yaşanmaktadır.

Covid-19 pandemi sürecinin başlarında camilerden salgına yönelik “bu musibetin başımızdan defolması için” dua çağrıları, aşının üretilmesinden sonra aşı yaptırılması konusunda bakanlığın aktif sorumluluk üstlenmemesi ve aşı karşıtlığına sessiz kalarak önlenebilir ölümlerin gerçekleştiği de unutulmamalıdır.

Rant, neoliberal politikalar ve bilim dışı sağlık uygulamaları da sayabiliriz.

AKP iktidarının ajandasındaki gerici, laikliğe düşman, aydınlanma karşıtı tutumla bilime saldırıları boşuna değildir. Çünkü bilimsel gelişmeler, tıp alanındaki ilerlemelerin toplumun ve bireylerin yaşantısında yarattığı sonuçları ile hurafeleri, yanlış algıları ve inançları, dinin etkisini yok ettiği, bilimin hâkimiyet kurduğu gerçeği yadsınamaz. Öncelikle söylemek gerekir ki tıbbın alternatifi, tamamlayıcısı, gelenekseli, doğalı olmaz. Küresel sermayenin kârı önceleyen tutumla (aşı patent uygulaması örneğinde olduğu gibi) üniversiteleri, bilimi, bilimsel tıbbı yönlendirmesi ve kullanması önemli bir tartışma konusu. Ancak bu neoliberal sömürüyü gerekçe göstererek, post modernist mistik anlayışlarla geleneksel, doğal, alternatif ya da tamamlayıcı tıp olarak sunulan uygulamalara yönelim, gerici, aydınlanma karşıtı ve laikliğe düşman anlayışlara destek olma anlamını taşıyor; bu da unutulmamalı.

AKP iktidarının sağlık alanında bilim dışı sağlık uygulamaları Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları (GETAT ) olarak tanımlanmış, Ekim 2014 tarihinde yönetmeliği çıkarılarak bu yöntemleri uygulayacak kişilerin eğitimi ve yetkilendirilmeleri ile bu yöntemlerin uygulanacağı sağlık kuruluşlarının çalışma usul ve esasları düzenlenmiştir.

Bunlar Akapunktur (iğne, lazer, elektirik, kupa), Apiterapi (Arı ve Arı ürünleri), Fitoterapi (Geleneksel bitkisel ürünlerle), Hipnoz (Telkin yolu), Sülük Uygulaması, Kayropraktik (Elle uygulanan eklemleri düzeltme–olçumculuk), Kupa Uygulaması (Hacamat), Larva Uygulaması, Mezoterapi (cilt içi bitkisel madde enjeksiyonları), Proloterapi (eklem bağdoku içine enjeksiyon), Osteopati (kemik kas eklem içerisine enjeksiyon), Ozon uygulaması, Reflexoloji, Müzikoterapi olarak sıralanabilir. Pek çok hastanede ve üniversite hastanelerinde GETAT poliklinikleri bulunmaktadır. Vajinal sülük uygulaması bu yönetmeliğin kapsamında olmamasına karşın internet üzerinden çağrı ile kayıt dışı 300 kurs düzenlenmiş ve 5 bin uygulamacı yetiştirilmesi görmezden gelinmiştir. Bilim dışı sağlık uygulamaları için yapılanma salgın sürecinde de hız kesmeden sürdürülmüş, sosyal hareketliliğin ve ameliyatların durdurulduğu günlerde dahi GETAT poliklinikleri açılışı ve denetimi için ekipler görevlendirilmesinden geri durulmamıştır.

Bir diğer uygulama da Manevi Destek ve Rehberlik Birimleri (Hastanelerde imam psikologlar)…

Diyanet, hastaların manevi destekle daha çabuk iyileştiğini iddia ederek bu projeyi ileri sürmektedir. Hastanelerde hasta, hasta yakınları ve sağlık personeline destek vermek amacıyla manevi rehberlik uygulaması Diyanet İşleri Başkanlığı ve Sağlık Bakanlığı arasında Ocak 2015 tarihinde imzalanan Hastanelerde Manevi Destek Sunmaya Yönelik İşbirliği Protokolü ile yapılandırılmıştır. Pilot uygulama Ankara, İstanbul, Ordu, Erzurum, Kayseri ve Samsun’da başlamış, 2016 yılında Adana, Afyonkarahisar, Bursa, Çorum, İzmir, Kahramanmaraş, Konya, Sakarya da uygulamaya dahil edilmiş, verilere göre 13 bin 500 hastaya hizmet sunulmuştur. 2021 yılı itibarıyla Türkiye’nin geneline de yaygınlaştırılmış durumda. Çok sayıda hastanede Manevi Destek ve Rehberlik Birimi oluşturuldu.

Manevi Destek sunma kapsamı Aralık 2019’da gençlere manevi rehberlik hizmeti verme amacıyla genişletilmiş; Kredi Yurtlar Kurumu’na toplam 711 manevi rehber ve danışman yerleştirilmiş; 2021 yılı içerisinde 922 manevi rehber ve danışmanın ataması tamamlanmıştır.

Ayrıca Hal Hatır Sorma Birimi, Gizli İlimler ve Manevi Tedavi Uygulamaları, Maneviyat Psikolojisi Sempozyumları (7’ncisi 2019 yılında düzenlendi), Dünya Müslüman Sağlık Toplulukları Kongresi ( 6’ncısı 2021 yılında gerçekleştirildi). Cemaatlerin protokolle bu alana girmesi ve Diyanet’in kurumlarda dini sohbet programları, Diyanet fetvaları, müftülere nikâh yetkisi gibi çok sayıda çalışmadan da söz edilebilir.

Toplu iş sözleşmeleri (TİS) görüşmelerinde imza altına alınan, enflasyonla eriyen reel ücretlerin yoksullaştırdığı asgari ücretliler ve kamu emekçileri satış sözleşmesine karşı nasıl bir mücadele yürütülmeli?

TİS görüşmelerinde gerçek enflasyonun çok altında kalan ücret artışına karşın, enflasyondaki korkunç artış zaten yoksullukla baş etmeye çalışan emekçilerin öfkesini açığa çıkardı. Ücretlerdeki artışlar ve sadece buna odaklanan bir mücadele hattının etkisi kısa süreli ve geçici olacaktır. Aslolan emekçilerin yaşadığı sorunların temelinde sistemle ve iktidarla olan ilişkiyi açığa çıkarıp, emek mücadelesinin siyasetten bağımsız olmadığını ortaya koyarak, emek-sermaye çelişkisini temel alan sınıf mücadelesinin bilince çıkarılması. Temel talepleri içerisinde eğitim, sağlık, beslenme, barınmanın kamusal hizmet olarak verilmesi gerekliliği, güvenceli işin, insanca yaşamaya yetecek bir ücretin hak olduğu ileri sürülmelidir. Çünkü AKP iktidarının 20 yıl boyunca kalıcı bir şekilde inşa ettiği neoliberal politikalarla bu hizmetler paralı hale getirildi ve emekçiler ücretlerinden karşılamak zorunda bırakılıyor. Reel ücretlerdeki düşüş ve fiyatlardaki korkunç artış düşünüldüğünde kamu emekçilerinin ve tüm halkın yoksullaşmasında çok önemli bir etken bu durum. Bu hizmetler gerçek anlamda kamusal olarak verilmediği sürece ücret artışları anlamsızlaşır. Kamusallık bu mücadelenin laiklikle birlikte en önemli taleplerinden biridir ve bu iki talebin izlenmesi gereken politik hattın olmazsa olmaz ilkeleri olduğunu düşünüyorum.