1960- 80 arası sendikal hareketin altın dönemindeki slogan olan “sınıf kardeşliği” deyimi, yerini sınıfın kendi örgütleri arasındaki rekabete bıraktı. Bu rekabet, aslında giderek küçülen sendikalı işyerlerinin sendikaları arasında yıkıcı sonuçlar verdi. Sonuç olarak o dönemde ulaşılan sendikalı işçi oranına, artan işçi sayısına rağmen bugün hâlâ ulaşılamadı.

Sendikal rekabet: Yıkım mı, yenilenme mi?

Kuvvet Lordoğlu*

Bir yapıyı tanımak, onunla ilgili fikir yürütebilmek uzun zaman ister. Hatta bu uzun zamanı kendinize tanısanız bile, öznellikten kaçabilmeniz her zaman mümkün olmayabilir. Bu nedenle burada yazılanların herhangi bir yapı ile bağlantılı olduğunu söylenemez. Ya da daha açık bir deyim ile adını koyarsak, yazılanlar bir sendikayı işaret etmemektedir. Ancak bütün sendikalara ve o yapıların içinde çalışanlara kıyısından köşesinden dokunabilmeyi amaçlamaktadır.
Sendika denince akla gelebilen bütün formlar üzerinden bir şeyler aktarmaya çalışmak, işin kolayına kaçmaktır. Sendika yöneticilerinin konumları, iç çelişkileri, sınıfın öz mücadele örgütleri, emek dayanışmasını sağlayan çıkar örgütleri gibi birçok ve çeşitli tanımlamayı bir arada açıklamak, aslında birçok konunun özelliğini arka plana itebilir.

Burada yapmak istediğimiz, belirli tanımlamaların dışında kalarak gerçekten sendika gibi sendika olabilmek konusunu biraz açmak olmalı. Ki bu sendika tanımı içinde sadece üyelerinin değil, toplumu oluşturan emekçi bütün katmanların çıkarlarını koşulsuz savunabilmek yer alır. Üyesi olsun olmasın, çalışan bireyin hakkını sermaye örgütleri ve temsilcilerine karşı koruma fikri sendikalar için çok yeni bir olgu değildir. Buna rağmen artık Türkiye’de dar anlamda kendi işkolu, kendi işyeri, hatta kendi vatandaşının çıkarını öne çıkarmak, sendikaların büyük bölümü için ana hedef haline dönüştü.

Bu bölünme ve parçalanma sürecinin elbette üyeler arasında da yaygınlaştığı, 'benim sendikam, senin sendikan' rekabetine kadar uzandığı, hatta bu yıkıcı rekabetin sendikasız işyerleri dışında kalan işyerleri arasında da yıkıma kadar gidebildiği sayısız örnekle dolu kısa sendikacılık tarihimiz.

SINIF KARDEŞLİĞİ YERİNİ REKABETE BIRAKTI

Alanla ilgili çoğu kişinin kabul ettiği gibi, 1960- 80 arası sendikal hareketin altın dönemindeki slogan olan “sınıf kardeşliği” deyimi, yerini amansız bir sınıfın kendi örgütleri arasındaki rekabete bıraktı. Bu rekabet, aslında giderek küçülen sendikalı işyerlerinin sendikaları arasında yıkıcı sonuçlar da verdi. Sonuç olarak o dönemde ulaşılan sendikalı işçi oranına, artan işçi sayısına rağmen bugün hâlâ ulaşılamadı. Sendikaların söz ve karar sahibi olması, üyelerinin bu kararlara uyması ve kararları uygulaması demokratik mekanizmalar sayesinde gerçekleşirken, bugün gelinen noktada sendikaların çalışanlar üzerindeki etkisi en alt düzeye indi. İşçi, tepkisini sendikaya üye olmayarak, ‘gemisini kurtaran’ kaptan olarak veya sendikal örgütlenme dışında yollar, çareler arayarak gösteriyor ve yoluna bu şekilde devam ederek sendikasız bir işçi hareketi içine dahil olmaya çalışıyor.

İşverenlerin bu rekabetten mutlu olmalarına engel bir durum yok. İki veya daha fazla sendika işyerinde örgütlenmek adına mücadeleye girince, buradan çoğunlukla sendikasızlık ve işçilerin sendikalarından istifa etmesine varan sonuçlar çıkıyordu. "Körün istediği bir gözün ikisini de veren" Tanrı'dan çok sendikalar oluyordu.

Sendika topluluğu, işkolu düzeyinde birbirlerini tanıdıkları için, örgütlendikleri işyerlerine hatta toplu iş sözleşmesinin sonuçlarına, üyelerine sundukları hizmetlere kadar birçok noktada birbirleri hakkında bilgi sahibidir. Çok kuvvetle muhtemel, sahip oldukları bu bilgilerin ışığında sendikaların bulunmadığı bir işyeri yerine, sendikalı bir işyerinde örgütlenmek onlar açısından birkaç avantajı birlikte sunmaktadır. Öncelikle sendikalı işyerlerinin, sendikasız işyerinden farklı olarak sendika konusunda deneyimli yöneticileri bulunmaktadır. Bu deneyim onlara, sendikalara karşı hangi düzeyde ve nasıl konum alacakları bilgisini de aktarmıştır. Sendikalı işyerlerinde üyesi olan sendikadan çeşitli nedenlerle ortaya çıkan şikâyetler, alandaki farklı sendika tarafından “orada bizimle çalışabilirsiniz” türündeki değerlendirmeler ve ardından diğer sendikaya üyeliklerin başlaması ile işyerinde hızla iki sendikayı bir çatışma alanı içine sokabilmektedirler.

Bu konuda işverenlerin tercihi, mevcut sendikasından istifa edenleri yola getirmek için onlara gözdağı vermekten ücretsiz izne ayırmaya kadar birçok strateji geliştirmek yönünde olur.

İşte tam bu noktada işyerinde örgütlü sendika, diğer sendika üyesi işçilere ya da sendika üyesi olmayan işçilere yönelik birçok hamleyi devreye sokar. Bu hamlelerden sadece biri üzerinde duracağım.

'YA BENİM ÜYEMSİN YA DA HİÇ KİMSENİN'

Bilindiği gibi, sendikaların toplu iş sözleşmesi yaptığı işyerlerinde kendi isteği ile sendika üyesi olmayan işçiler, isterlerse mevcut sendikaya dayanışma aidatı yatırarak sözleşme sonuçlarından yararlanırlar (6356 sayılı Sendikalar ve TİS kanunu m:39/4). Bu yararlanma esasına göre, dayanışma aidatının sendika üyeliği aidatından yüksek olamayacağı yine aynı kanun ile hüküm altına alınmıştır. Sendikaların tüzüğü genel olarak aidat miktarını bir günlük asgari ücret tutarında belirlemektedir.

Elbette asgari ücretin bir günlük tutarının altında belirlenen sendika aidatları konusunda hiçbir kısıtlama yoktur. İşte bu bağlamda sendika üyesi olmak istemeyen işçi, sadece dayanışma aidatını ödemek isterse sendika üyesi arkadaşlarından daha yüksek bir aidat ödemek zorunda kalacaktır. Sendika üyeliğini özendirmek adına yapılan bu küçük değişiklik, çok açık olarak sendikasından istifa eden işçi veya diğer sendikaya geçen işçi için bir örtülü cezalandırma haline gelmektedir. İşçiye bu yolla “Madem ki benim sendikamdan ayrıldın, aidatını daha yüksek ödeyeceksin” denmektedir.

Öte yandan 6356 sayılı yasaya göre, sendika üyeliğinden istifa eden işçinin diğer sendikaya üyeliği ancak bir sonraki ay içinde başlamaktadır. Yani “ya benimsin ya da hiç kimsenin” şeklindeki erkek jargonu sendikalarda da hâkim.

İşçinin kendi rızası ile sendikasını değiştirme arzusu göstermesi, bugün için uygulamada işçinin sendikal bilincinin yüksek olduğu anlamına gelemiyor. Sendikası ile sorun yaşamasa dahi arkadaşlarının sendika değiştirmesi, diğer sendikanın gelecek dönem için sunduğu olanaklar veya siyasi görüşünün mevcut sendika ile örtüşmemesi gibi nedenlerle işçinin sendikadan ayrılması mümkün olabilmektedir.

Sendikaların demokratik gelenekleri oluştur(a)maması, rekabetin ve sendikal bilincin Türkiye açısından olumsuz noktaya çekilmesinde etken olmuştur. Bu konuda yazılmış eski bir eğitim notu bu durumunun bir itiraf gibidir: “Türkiye’deki sendikal örgütlenme yapısı açısından da sendikal demokrasinin yaşam bulacağı koşullar henüz bulunmamaktadır. Her şeyden önce üye örgüt iradesine dayanan bir sendikalaşma yoktur… Sendikalarda da liderlik özelliği ile demokrasi bağdaşmaz. Çünkü liderler sendikal demokrasinin ilkeleri olan çoğulculuğu, katılımcılığı ve açıklığı sevmezler.” (Petrol-İş Sendikası Eğitim Notları-3 1993)

GELENEKSEL SENDİKAL ANLAYIŞ DEĞİŞMİYOR

Kendisi ile üye işçilerin bağlantısının kopuk olduğu, ilişkilerin sendika üyeliğine giriş ile sınırlı kaldığı, toplu iş sözleşmesinin imzalanmasının ardından üye ilişkilerinin neredeyse dondurulduğu sendikal yapıların, geleneksel sendika anlayışını değiştirmeye çok az istekli olduğu görülmektedir. Bu durum mevcut sendikaların önemli bir bölümünde gözlenebilmektedir. Çocuk işçilik, göçmen işçilik, işyerindeki kapsam dışı çalışanların sendikalaşması, işverenlerle dengeli ve çıkarları koruyan, adil ve hakkaniyete uygun ilişkiler kurulması, sendika yöneticisi gelirleri, demokratik geleneklere uygun iç örgütlenme, her düzeyde seçimlerin yapılması gibi birçok noktada, sendikalarımızın yol alması gereken çok konu var. Ancak bunların farkında olan ve düzeltmeye çalışan bir avuç gerçek sendikacı ile neler yapılabilir noktası asıl tartışma noktasıdır.

*Sendika uzmanı, IndustriALL Küresel Sendika Türkiye Temsilcisi