Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı sendikaların genel kurulları neredeyse tamamlandı. Dananın kuyruğunun...

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı sendikaların genel kurulları neredeyse tamamlandı. Dananın kuyruğunun kopmasına ise az kaldı. KESK’in en büyük sendikası olan Eğitim Sen’in kongresi bu hafta sonu yapılacak. Bu yazı, köşedeki yerini aldığında Eğitim Sen kongresini tamamlamış olacak. Eğitim Sen üye sayısı itibariyle KESK kongresinin neredeyse tek belirleyicisi oluyor; delegenin tercihi aşağı yukarı KESK’e yansıyor.

Beni bu satırları yazmaya iten neden, tek başına, dört senemi Eğitim Sen’de geçirmemle ilgili değil.  KESK içinde büyük güce sahip Devrimci Sendikal Dayanışma’nın (DSD) KESK kongreler sürecinde yaşadığı çatlak da değil.

 

Sendikaorg’da Yüksel Akkaya imzasıyla yer alan “KESK"i ve bağlı sendikaları niçin yıkmalıyız?” başlıklı yazı, beni bu satırları yazmaya sevk etti. Gerçi biz ne dersek diyelim, su, kendi yatağını buluyor; memlekette sol bu haldeyken, sendikaların çalışma esasları yasayla düzenlenmişken, açıkçası kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın, durumu değiştirmeye muktedir olamıyor. Hele bizim gibi, açıkçası, ‘dışardan gazel okuyanlar’ hiç. 

 

Yüksel Akkaya temelden yanlış şeyler mi yazmış, çok mu dayanaksız şeyler ileri sürmüş? Hiç sanmıyorum. Seçtiği sözcüklerin biraz sert ve acımasız olduğu söylenebilir mi? Belki. Ancak hangi sözcüğü seçersek seçelim, yazıyı nasıl bir kurguya oturtursak oturtalım, serbest vezin tartışmaya ihtiyaç olduğu kesindir. Artık, KESK dahil, solun hemen her hali, mahcubiyetten uzak bir ruh haliyle didik didik edilmelidir. Eğer bu yapılmazsa, Akkaya’nın “yıkılsın” demesine bile hacet kalmayacağa benziyor.

Aslında bu tartışmayı “mektepler olmasa şu maarifi ne güzel idare ederdim” kıvamına getirmemek lazım. Bu, açık ki, sorunu çözmek değil, sorun yaratandan kurtulmak yönüne atılmış bir adım olur ki, işin kolayına kaçmak değil mi bu?

 

İşin zor yönüne dair neler söylenebilir? Buna geçmeden Eğitim Sen’de çalışmaya başladığım günlere kısa bir yolculuğa çıkacağım. Hani şimdiki yasanın, sendikalara rağmen çıkartılmak istendiği, sendikaların direndiği, Kızılay’da kamu emekçilerine karşı “orantısız gücün” kullanıldığı,  buna rağmen gözünü budaktan esirgemeyenlerin sokaklara çıkmaktan vazgeçmediği günlere…

 

Hatırlıyorum da, polis mavi renkli su sıkmıştı panzerlerden. Herkes aleni maviye çalmayı bırak, maviye kesmişti.  O zamanki KESK Başkanı Sami Evren’i hatırlıyorum, SES Başkanı İsmail Hakkı Tombul’u, Eğitim Sen Genel Sekreteri Kemal Ünal’ı. Gördüğümde hiçbirini tanıyamamıştım. Sadece gözlerinden seçiliyorlardı. O zaman yasa masa yoktu; para pul işleri de yoktu; kaynaktan kesilmiyordu üye aidatları, taksiye binmek bile hem utandırıyordu hem zaten mümkün değildi. İnanmak, istemek ve masumiyet kamu emekçilerinin ayırt edici özelliğiydi.

 

Kahırlanmamak elde değil; panzerlerin sıktığı mavi boyadan, “mavi cadillaca” geçişi kabullenmek mümkün değil. İsmail Hakkı Tombul başkanlığındaki KESK yönetiminin, ilk iş olarak, bir önceki dönemde alınan bilmem kaç milyarlık minibüsü satması, iyi niyetle atılmış bir adım olarak görülebilir; simgesel önemi olduğu için de manidardır ama sorunu çözmeye yeterli olmadığı da açıktır.

Sorun daha derinlerdedir; sorun, solun haldeki durumuyla yakından ilintilidir. İdeolojik-politik netliğe sahip olmayan, dolayısıyla savrulmaya açık, zafiyete izin vermeyen geçebilecek duyarlılık sergileyebilecek refleks gösteremeyen bir sola dayanan kamu emekçileri hareketinden çok şey mi bekliyoruz bilmem ama en azından bireysel gibi görünse de, lokal sınırlarda kalsa da, kimi kötülüklerin kulvar dışına itilebileceğine inanıyorum.

 

Nereden başlanabilir: Profesyonellik tartışmaya açılabilir örneğin; işyerlerinden ve çalışma arkadaşlarından uzaklaşma, üretimden kopma gibi bir sonuç doğurduğu için. Özlük hakların sendikadan karşılanması da tartışılabilir örneğin; bilinmeze işaret ettiği ve şeffaf olmadığı için. Örgütlenme tarzı, şube, temsilcilik açılması ile ilgili kriterler, özellikle merkezi eylemler sorgulanabilir; hantallığa ve bürokratizme, ekonomik potansiyelin heba olmasına yol açtığı için.

Bunlar yapılabilir, daha başkaları da; hepsi kamu emekçilerinin kuruluş yıllarındaki mücadele ruhuna yeniden kavuşması içindir. Hedef sendikalaşma değildir; kamu emekçilerinin kendilerini yoksullaştıran bozuk düzene isyanını örgütlemektir.

 

Bu, Eğitim Sen ve KESK seçimlerinin nasıl nihayete ereceğinden daha önemli değil mi?

İspanyol anarşistlerinin örgütlediği ve iki yüz bin üyeli işçi sendikasının tek çalışanı olduğunu, bizim sendikacılara hatırlatmak gerekiyor ve bu tek kişiyle işlerini yürüten sendikanın 30’lu yıllar İspanyası’nın en güçlü sendikası olduğunu da ekleyerek. Ülkemiz yakın tarihinden, mühendislerin bile ocaklardan çıkmadığı Yeraltı Maden İş örneği de hatırlatılmayı hak ediyor.