Emeğin ve sendikaların sorunlarından söz ederken, sendikaların mücadeleyi esas almaları...

Emeğin ve sendikaların sorunlarından söz ederken, sendikaların mücadeleyi esas almaları, örgütlenmenin ancak bir araç olarak düşünülmesi gereğinden söz etmiştim. Bu durum, kapitalist sistemde siyasal demokrasi ve sendikal örgütlenme aracılığıyla sistemle uzlaşan sendikalar için geçerli tek yol. Uzlaşma da, getirdiği tavizlere karşın kalıcı bazı yararlar sağlamakla mümkün ve anlamlı. 

Örneğin geçmişe dönüp bakılırsa,  işçi hareketi için kapitalizmle uzlaşmanın bir de “siyasal ayağı” olduğu görülebilir.  Yani emek kapitalizmle olan çatışmasını siyasete tahvil ederken, demokrasinin ve siyasetin kendisi için de güçlenme aracı olacağını düşünüyordu.  Emeğin siyasal varlığı ve gücünün, emeği koruyan sosyal politikaları, çalışma hakkını başa alan “sosyo-ekonomik” hakları,[1] sosyal eşitlik ve sosyal adaleti benimseyen bir sosyal devleti (siyaseti) getireceğini öngörüyordu. Batı Avrupa’da 1945 sonrasında sosyal refah devletinin gelişmesi de, ülkelere göre değişen ölçülerde bu öngörü ve beklentinin bir bakıma doğrulanması oldu.

Oysa, sonradan endüstrileşen ve demokratikleşen ülkelerin hiçbirinde ne demokrasi böyle bir işlev gördü, ne sosyal refah devleti oluşturulabildi, ne de emeği koruyucu bir siyasal ekonomi izlenebildi. Kuşkusuz demokratikleşme gereği bazı yasalar ve kurumlar buralarda da oluştu ama çoğu zaman yasalar “kılıf”, örgütler “kabuk” oldular. Etkileri içe, toplumun büyük kesimine ulaşmadı.

Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde emek ve sendikaların sistemle uzlaşması baştan sakat; bu sakatlık şimdi çok daha belirgin. Örneğin hemen her parti sermayenin çıkarlarını koruma durumunda iken emeğin çıkarlarını koruyacak bir siyasal oluşum yok. Bu ülkede bütün toplumun çıkarlarını koruma vaadinda bulunan kitle partileri “modası “geçerli ama kimin neyi koruduğu ortada. Geçmişte açık yasaklar vardı, bugünse  gerek emekte gerek toplumda  istenilen depolitizasyon sağlandığından yasaklara pek gerek duyulmamakta. Küreselleşen kapitalizmin artan hegemonyasının siyasal yasaklara gerek bırakmadığı da söylenebilir. Bir yandan korku dağları beklemekte, öte yandan emek parçalanıp dağılmakta, bunun da ötesinde “gemisini kurtaran kaptan” mantığı kalın bir bulut olarak herşeyin, herkesin üzerine çökmektedir.

Bu nedenle uluslararası işkolu federasyonları toplantısında büyük hikmetmiş gibi söylenen, -söyleyen de Uluslararası Gıda İşçileri Sendikaları Federasyonu Genel Sekreteri imiş-“işçi ihlalleri ile demokrasi olmaz” lafına, bu ülkede kimsenin pek rağbet etmeyeceğini en başta sendikalar bilmek durumundalar. Toplumun önemli bir kesiminin ancak seçmen olabildiği, solun temsil edilemediği, emeğin birkaç sendika yöneticisi dışında parlamentodan içeriye adım atamadığı bir ülkede demokrasi nerededir, ne kadardır ki, işçi haklarının ihlali “mesele“ olsun!

Daha önemlsi, sendikalar bu laflarla teselli bulacaklarına, demokrasiden konuşacaklarsa demokrasiye emek adına işlev kazandırmak; işçiyi-emeği korumak diyorlarsa emeği siyaseten var etmek; işçi hakları diyorlarsa tüm sosyo-ekonomik hakları var edecek bir anlayışı kurumsallaştırmak durumundalar. Toplu pazarlıklarla, -milyonlarca emeğin ne halde olduğu bir yana- kendileri ve üyelerini bile koruyamayacaklarını kabul etmeleri  ve bunun gerisinde kalan bir duruşun, yakınma olmaktan öteye gitmeyeceği gibi toplumda bir ses getirmeyeceğini de görmeleri gerekiyor.

Bugün yaşanan sorunlar karşısında sendikalar açısından görülmesi gereken birkaç gerçek var.

Birincisi, emek açısından işlevsiz kalan bir demokraside ne kapitalizmle ne de demokrasiyle uzlaşma sağlanamayacağını bilmek ve bunu değiştirmek için yola koyulmaktan başka çare yok.

İkincisi de, emek adına kalıcı ve gerçekçi bir iyileşme istendiğinde küresel kazanımlar elde etmek, bunun için de küresel bir mücadeleyi göze almaktan başka yol yok.

Üçüncüsü de, sendikalar, ancak bu tür mücadelelere koyulduklarında seslerinin duyulacağını, arkalarının dolacağını bekleyebilirler. Aksi halde içlerinin de, arkalarının da boşalmasını önlemeleri pek mümkün görünmüyor.

 

Bugünkü koşullarda emek adına kayıpların devam edeceği ortada. Heryerde krizler ve ekonomik paketler gündeme gelirken, bunun emeğin hayrına olmayacağını iyi biliyoruz. Buna karşı mücadele de, ancak emeğin ve sendikaların kendi paket ve programlarını oluşturmalarıyla mümkün.

Öncelikle de, nasıl geçmişte 8 saatlik bir çalışma günü için mücadele ettilerse, şimdi de 4 saatlik bir iş günü için uzun soluklu ve küresel bir mücadeleyi göze almaları gerekiyor. Çalışma saatlerinin azaltılması;

-işsizlik açısından tek çare;

-emek açısından, bir çarkın dişlisi olmaktan çıkıp, birey ve özne olarak gelişmenin tek yolu;

-teknolojinin hızı ve nimetleriyle övünenlere verilecek en güzel cevap da, daha kısa süreli çalışmayı istemek olabilir.

Bu ve benzer görüşlerimi geçmişte de çok söyledim. 1994 yılında yayımlanan, “Değişen Koşullarda Sendikacılık” başlıklı kitabım, bu saptamalar ve uyarılarla dolu. Bir işe yaramasa da söylemeye devam ediyorum. Dedim ya dostluk anlayışım, gerçekleri saklamak değil söylemek, çözümü de birlikte aramaktan geçiyor.

 
[1] Son zamanlarda, sosyo-ekonomik haklar yerine çok yerde “sosyal haklar” dendiğini görüyorum. Sistemin sosyal haklar gibi kısaltmayla, pek de fark ettirmeden, eğitim, sağlık gibi hakları tanırken, ekonomik sisteme doğrudan dokunan çalışma hakkı, sosyal güvenlik hakkı, barınma hakkı gibi ekonomik hakları gündemden düşürmek gibi bir niyeti olabilir. Ancak, sosyo-ekonomik haklar konusunda duyarlılıkları olanlar için, konuşurken, yazarken bu kısaltmayı kullanmak pek doğru olmasa gerek. Bunun gibi, üniversitelerin veya sendikaların düzenledikleri konferans, panel  veya sempozyumlarda “sosyal haklar” başlığını kullanmalarının da sakıncalı olduğunu düşünüyorum.  Doğru olan, sosyo-ekonomik hakları vurgulamak ve unutturmamak olabilir, sanırım.