Dan Simmons’ın ‘Vietnam sendromu’ ile ilgili E-Ticket to ‘Namland (Vietnampark’a E-Bilet) adlı öyküsünden geçen yazıda söz etmiştim (‘Herkesin Charlie olduğu günler’, BirGün, 15.07.2019). Öykünün sunuş yazısında Simmons, Hollywood’un Vietnam travmasına yaklaşımının yas tutma aşamalarına denk düştüğünü söylüyor: “Önce inkâr: Bir tek büyük film bile yok. Hiç, sıfır. Sonra, öfke: Gazilerin ya savaş karşıtı kahramanlar olduğu […]

Dan Simmons’ın ‘Vietnam sendromu’ ile ilgili E-Ticket to ‘Namland (Vietnampark’a E-Bilet) adlı öyküsünden geçen yazıda söz etmiştim (‘Herkesin Charlie olduğu günler’, BirGün, 15.07.2019). Öykünün sunuş yazısında Simmons, Hollywood’un Vietnam travmasına yaklaşımının yas tutma aşamalarına denk düştüğünü söylüyor:

“Önce inkâr: Bir tek büyük film bile yok. Hiç, sıfır.

Sonra, öfke: Gazilerin ya savaş karşıtı kahramanlar olduğu ya da kafayı sıyırdığı, sonradan Rambo ve kopyaları gibi revizyonist fantezilerin takip edeceği ‘Eve Dönüş’ anlatıları.

Ardından depresyon: Harika savaş tasvirlerinden biri Apocalypse Now/Kıyamet’tir mesela, ama Coppola ‘iyileşme süreci’mizde fazladan bir adım ileriye sıçradığı için çabaları boşa gitmiştir. Eğer Rambo fantezilerinden sıkılmamızı beklemiş olsaydı, film kesinlikle çok farklı biçimde algılanacaktı.

Ve nihayet, kabullenme: İçeriği daraltılmış ve felsefesi seyreltilmiş -koparılan onca velveleye rağmen- Platoon/Müfreze, Full Metal Jacket, Casualties of War/Savaş Günahları gibi travma-sonrası filmleri. Bunların yaptığı, çarpıcı şekilde doğru bir doku oluşturmaktı: Gerçek ter ve kasık kokusunu andıran bir şey; ormandaki askerlerin korkunç klostrofobisine, yorgunluğuna ve gerçekte konuştukları dile çok yakın bir şey; sanki perdedeki oyunculardan buram buram yükselen ve bir gün beklemiş bir cesedin kokusu gibi seyircilerin üstüne sinen o korkuya yakın bir şey…Ve sonra, yirmi yılın ve bu konudan sıkılarak büyümüş koca bir neslin ardından, gündelik hayatın dokusunda düşleyebileceğimiz ya da kabullenebileceğimizden daha fazla değişim yaşanmasının ardından, sanırım Vietnam adlı bu korkunç milli kazanın gerçek boyutlarını hiç olmazsa hissetmeye başladık, gerçekten anlayamasak bile…” (Dan Simmons, Prayers to Broken Stones, Dark Harvest/Bantam, 1990)

Bu hastalıklı sosyo-psikolojik yapı ABD’nin sadece belli bir dönemine has değil tabii; mesela Simmons bu satırları yazarken Körfez Savaşı da, Irak ve Afganistan’ın işgali de henüz yaşanmamıştı. Hollywood Çöl Fırtınası Operasyonu ve Mogadişu Savaşı’yla (Somali) ilgili filmler yaptı (Three Kings, 1999; Black Hawk Down, 2001; Jarhead, 2005) ama ABD dünyayı öyle saçma, çirkin ve kanlı bir küresel kapitalizm oyununa sürüklüyordu ki, hiç kimse Simmons’ın söylediklerine benzer bir yas süreci yaşamaya fırsat bulamadı. Amerikan kültür endüstrisinin Irak ve Afganistan üzerine yaptığı filmler (The Hurt Locker, 2008; The Men Who Stare at Goats, 2009; Green Zone, 2010; American Sniper, 2014) yas sürecindeki işlevini -Simmons’ın söylemini doğru varsayarsak- yerine getiremeden Trump başkan oldu. 

Son 70 yıldır tüm dünyayı olumsuz biçimde etkileyen, küresel kapitalizmin yeniden yapılanması üzerine kurulu ve basitçe ‘Amerikan sendromu’ diyebileceğimiz bir olgu var. Sinema üzerinden kitle kültürü endüstrisini tartışırken -bu yazı da dahil- “Aman, Vietnam Sendromu’nu atlattılar mı?”, “Eyvah, Afganistan Sendromu’nun durumu nedir?” gibi sorular sormamızın nedeni de bu sendrom işte… Gündelik hayatımıza öyle yoğun biçimde sızmış ki, Amerikan sendromumuz üzerine tartışırken kullandığımız argümanlar bile bizzat bu sendrom tarafından yönlendiriliyor. 

Ama neyse ki sorulması gereken soru “Bu sendromdan kurtulabilir miyiz?” değil, nasıl kurtulacağımız, küresel kapitalist akla karşı ortak insani aklımızı nasıl işlevselleştireceğimiz sorusu…