Psikolog olmak, bir dert küpünü düşürmemek için elinizde dikkatlice tutmaya benzer. Bir baba mesleğim yoktu ki yapaydım. Pencereyi kapattım. Hava fena. Kendime bir çay daha koyacaktım ki zil çaldı. Aha, randevu saatinden önce gelen hastalara bayılıyordum

Seni anlamaz olaydım Yetkin

SİNEM SAL
@sinemsal

Beşiktaş’a doğru inen arabaları izlerken, sigaramı saksıda söndürmüş olmak bir saniyeliğine canımı sıktı. Saat 7’den sonra randevu alan hastalardan nefret ediyordum. Rahat koltuğa geçip dandik çocukluk hikayelerini anlattıkça çileden çıkıyordum. Durmadan arkalarındaki saate bakıyor ve “Evet, şimdi toparlayalım isterseniz…” diyeceğim anın gelmesini bekliyordum. Gerçi işim de yoktu bu akşam. Ne olacaktı ki sanki? En fazla bir yere geçip daha fazla bira içecektim.
Psikolog olmak, bir dert küpünü düşürmemek için elinizde dikkatlice tutmaya benzer. Bir baba mesleğim yoktu ki yapaydım. Pencereyi kapattım. Hava fena. Kendime bir çay daha koyacaktım ki zil çaldı. Aha, randevu saatinden önce gelen hastalara bayılıyordum. Karanlık koridoru geçerken, ışıkları tek tek yaktım. Apartman kapısını açtıktan sonra beklemeye başlamıştım. Ayak sesleri giderek bana doğru yaklaşıyordu. Bir ara alt katta ses kesildi. “Bir üst kat…” diye seslendim. Yukarı çıktı. Merdivenlerin son basamağını bitirip de yüzüme döndüğü anda Yetkin’in yumurta kafasıyla karşılaştım. Olamazdı. Üstüne giydiği takım elbisesi ve çocukluğumuzdaki bir yakın mesafe dövüşü esnasından hatırladığım beni karşımda dikilen adamın Yetkin olduğunu kanıtlıyordu.

Birkaç saniye birbirimize baktıktan sonra, “Merhaba…” dedi “Randevum vardı saat 7’de.” Suratındaki anlamsızlık, pislik ifadesi hiç değişmemişti. Çocukken neyse, gazetelerde kimdiyse, şimdi de aynen oydu. Burada ofisimde ne işi vardı? Yetkin, şanslı p.çlerdendi. Bense şanssız p.çlerdendim. Yetkin zalim p.çlerdendi. Bense ezik p.çlerden. Aramızdaki farklar bu şekildeydi. Birbirimizi yaklaşık 37 senedir görmemiştik ve bu süreç içinde kendisi ünlü bir iş adamı olmuş, bense Beşiktaş’ta bir haftadır sifonu çalışmayan ortak ofiste psikolog. Adamın bir eli balda bir eli yağdaydı. Benimse bir içim dert, bir dışım tasaydı. Odaya geçtik.

Koltuğa oturdu. Aramızdaki küçük sehpada duran bir bardak suyu alıp bir dikişte içtim. Lacivert takım elbisesinin ceketini çıkarıp koltuğun arkasına astı. “Biliyorum,” dedi “Şaşırdın biraz. Randevu sırasında adımı vermek istemedim bu yüzden. Hazırlık yap istemiyordum.” Yok, canım. Ben mi? Ne şaşıracaktım? Çocukluk aşkım Nüyade’yi elimden almıştı. Mahalleyi örgütleyip beni dövmüştü. Okulda bütün yüzme yarışmalarında madalya almıştı. Uzun boyluydu ve basketbol seçmelerinde ilk o seçilmişti. Ben takıma alınmamıştım. Çelik kapıları vardı. Çelik kapı ulan! Ben o çelik kapı için üç gün elli iki dakika ağlamıştım. Neyse… Duygularıma hakim olmalıydım. Neticede demek ki ben o kadar iyi bir psikologtum ki Yetkin, bana gelmişti.

Bacak bacak üstüne attım. “Yani biraz şaşırdım. Seni buraya getiren sebep neydi?” dedim. Kaç yıllık psikologtum ilk kez bu soruyu, cevabını merak ederek sormuştum. “Ben,” dedi diğer bardaktaki suyu içip “kötü bir insanım ve senden özür dilemeye, bunun yanı sıra bir şey istemeye geldim.” Ayakkabılarımın içindeki çoraplar ter yoğunluğuma yuva olmuştu.

“Size bunu söyleten şey nedir?” dedim. Gözlerinin altındaki torbalar çocukken de vardı. Kızlar nedense ona bayılırdı. Hatasız kuldu o. Hatası olsa da herkes Yetkin’i severdi. Yakışıklıydı bir kere. Alt dudağını yaladı. Gözlerini yere indirdi ve sonra yeniden bana baktı. “Annenin öldüğü gün üç gece sizde kalmıştım, hatırlıyor musun?” dedi. Hatırlıyordum elbet. Hatta bizim bütün akrabalar Yetkin’in ne kadar duyarlı bir çocuk olduğunu konuşmuştu. Okula gitmiyor, bizim evde kalıp bana destek olduğunu iddia ediyordu. Fakat yüzünü bile görmüyorduk.
“Evet,” dedim “hatırlıyorum tabii.”
“İşte ben annen öldüğünde, annen öldüğü için kalmadım sizin evde.” Bu cümleyi sanki bir saniyede söyledi. Geliş amacı da bunu anlatmış olmaktı.
“Ya ne için kaldınız?” Sonuna denyo diye de eklemek isterdim ama ben bir psikologtum. Yeniden sehpadaki boş bardaklara baktı.
“Çünkü sizin evde baklava vardı, börek ve plastik kutuda satılan meyve sularından.”
Ümüğünü sıkmak ne demek anlıyordum. Ama ben psikologtum. Anlamak benim işimdi. Anlıyorum, dedim. “Sonra?”
“Sonra,” dedi “annem öldü. Geçen hafta. Ben işteydim. Çocuklara yardım projesi var. Sosyal sorumluluk projesi. Onunla şirkete dev reklam gücü sağlamıştım. Projeyi genişletiyordum. Annemin öldüğü haberini facebook’ta gördüm. Telefonum çalmış defalarca. Duymamışım. Kalktım. Telefonu açtım. O akşam evdeydim. Uzun zaman sonra ilk kez akrabalarımla bir araya gelmiştim. Bekleyen işler vardı. Ellerim terliyordu düşündükçe. O sırada mutfağa gittim. Tezgahın üstünde bir tepsi baklava duruyordu. Annem ölmüştü ve ben hiç üzülmemiştim. Yine de o sırada, bu kötülük tohumunu içime ilk kimin ektiğini düşündüm. İçeride insanlar vardı. Cenaze eviydi. Kimse doymasındı. Bir tepsi baklavayı alıp musluğun altına tuttum. Canımın acımadığına yanıyordum. Şimdi buradayım. Çünkü çocukluğuma bir tek sen inebilirsin. Neden böyleyim Ali?”

Durdum. İntikam alabilirdim. Yapmadım.

“Bazılarının,” dedim “Yetkin… kalbi bir organdır. Bazılarının değil.”

Ona yardım etmek istemiyordum. Yine de etmiştim. Kişi kendini bildiğinde, biter işi. İşim bitmişti. İşi bitmişti çoktan.