Google Play Store
App Store

Devrimci Yolcu Arif Turanlı henüz 19 yaşında katledildi. Aramızdan koparılışının 43’üncü yıldönümünde unutulmadı.

Seni, anlatabilmek seni
Arif Turanlı (Önde, ortada) (Fotoğraf: BirGün)

Şenol TABAN

Arif Turanlı benim yaşıtımdı. Birlikte okuduk. Birlikte yaylacılık edip inek otlatırdık. Ben sarışın, mavi gözlü, Arif de mavi gözlüydü. Benden farkı, çilli ve kızıl saçlı olmasıydı. Özellikle köyün yaşlı kadınları Arif’le bana ÇRELİ (Gürcü dilinde renkli) derlerdi. Arif o kadar naif bir insandı ki bazen varlığı bile anlaşılamazdı. O kadar utangaçtı ki mahcup olunca benim yüzümün yandığı durumda onunki alev alırdı. En çok da yaşıtımız kızlardan utanırdık.

Köy ilkokulunu bitiren herkes gibi biz de şehirdeki ortaokula yazıldık. Borçka’da okula başlayınca devrimci olan öğretmenlerin isimlerini nasılsa hemen öğrenmiştik. Devrimci öğretmenler hakkında kendi aramızda övgüyle söz ediyorduk. Bu gelişmelerden henüz Borçka halkı tam olarak farkında değildi. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Henüz “Dünya Patronlar Örgütü”nün yerli işbirlikçileri Borçka’da tam olarak örgütlenememişlerdi. Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, İbrahim Kaypakkaya’nın adı biliniyordu ama Borçka’da yaşayanların çoğu için o isimlerin karşılığı yoktu. O zamanın devrimcileri, yakamıza Atatürk’ün Kocatepe’de rozeti taktığımız için daha çok Atatürkçü olduğumuz düşünülüyordu. Kaldı ki aynı zamanda Atatürkçüydük de.

Liseye geçince tüm ülkede olduğu gibi bizde de durumlar değişmeye başladı. Solcular Atatürk ilkeleriyle yetinmiyor sosyalizme giden “Devrimci bir Yol” arıyorlardı. Ne ara, nasıl oldu, hatırlamıyorum ama bir baktık ki şenlik halinde, neredeyse İmam Hatip öğrencilerinin tamamı dahil bütün öğrenciler devrimci olmuşuz. Faşist diye tanımladığımız öğrenciler parmakla sayılacak kadar azlardı.

O dönem öğrenci gençliğinin gündüz okula gitmek, akşam ya sinemaya gitmek ya da öğrenci evlerinde kağıt oynamak dışında yapacak fazla bir şeyleri yoktu. Her sınıfta üç-beş öğrenci dersine çalışır, diğer öğrenciler de onların sayesinde üst sınıflara geçerdik. İş biraz değişmişti. Hem öğrencilik disiplini içinde olacaktık hem de olabildiğince ders dışı kitaplar okuyup toplantılara katılmaya başlayacaktık. Artık sabah okula gidiyor, okul sonrası Halkevi’nde seminerler dinliyorduk. Ana, Direnme Savaşı, Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum, Gerilla Savaşı gibi kitaplar okuyor, felsefeyi tartışacak kadar “ileri” gidiyorduk. Bazı Halkevi toplantılarında “kazık” sorular karşısında mahcup olmak da istemiyorduk.

“Disiplinli devrimci” olmakla olmamak arasındaki farkı ilk defa Arif Turanlı’dan fark ettim. Öğrencilerin çoğunun köyle bağı vardı. Hafta sonları hem aileye yardım için hem de hafta içi tüketilecek yiyecekleri almak için köye gitmek zorundaydık. Köye gitmek de bir şenlik gibiydi. Maradit caddesinde köye gidecek araç beklerdik. Parası olan arkadaşlarımız durakta bekleyen, dolduktan sonra yola çıkacak, benzin kokusundan mide bulandıran minibüse binerdi. Benim gibiler sinemaya gitmek için paramız kalsın diye bedavaya köye giden ya kamyon veya araç sahibi “iyi bir insan” beklerdi.

O hafta sonu köye giden durakta Arif yoktu. Arif ailesine hiçbir haber göndermemiş olmalı ki annesi merak edip annemin yanına gelip, beni sormuş. Arif’in neden köye gitmediğini annemden öğrendim. Haberleşmenin o kıt döneminde Arif’in artık “disiplinli devrimci” olduğunu bütün köy aynı anda öğrenmiş oldu. “Disiplinli devrimci” kendi kafasına göre değil, örgütün izniyle köyüne gidebilirdi.

Pazar akşamına doğru İmam Hatip’te okuyan kardeşim Nazım, amcaoğlu Fehmi ve ben şehre indik. Arif’teki değişikliği görmek için çok heyecanlıydım. Pazartesi sabah okula gittim, teneffüste, çoğunluğu yaşıtımız kızların olduğu bir grup, birinin etrafını sarmış muhabbet ediyorlardı. Yanaştım ve kalabalığın ortasında Arif’i gördüm. Heyecanlanmakla haklıymışım, Arif’teki değişiklik öyle böyle değildi. Hararetle konuşurken aynı zamanda üzerinden atmaya çalıştığı o utangaçlık duygusu da fark ediliyordu.

Arif Turanlı ile aramızda, akraba olmamızdan da kaynaklı sürekli arkadaşlık ve dayanışma ilişkisi içindeydik. Fakat Arif bir yola çıkmıştı ve benden hızlı koştuğunun farkına varmıştım. Bir süre sonra ben de köye gitmiyordum ama benim zorum, tuhaf bir evlilik hikâyesindendi ama onunki “Devrimci disiplin”den kaynaklıydı. Babası köyün en sert ve inatçı adamlarından biriydi. Biz bile korkardık. Ne yaptıysa Arif’i o “disiplinden” koparamadı. Çünkü “Koparmıştı Zincirlerini Gülsarı”.

“Dünya Patronlar Örgütü” Borçkalıların bir kısmına ihaneti, alçaklığı ve yurtseverlere düşmanlığı öğretip ittifak halinde çalışmaya başladı. Biz “adalet, eşitlik, bağımsızlık” naraları atarken, o ihanetçi grup da “Komünistler Moskova’ya” diyorlardı. O grup kendilerine “milliyetçi ve ülkücü” diyorlardı, “Bağımsız Türkiye” diyenlere kelime-i şehadet eşliğinde saldırıyorlardı.

Arif’in zincirlerini koparmasının üzerinden çok uzun zaman geçmedi. 12 Eylül darbe öncesi bir çatışmada Arif’in adı geçince, tutuklanmamak için Borçka’dan ayrıldı. Kendisinin de tam olarak bilmediği ama bir gün tekrar köyüne döneceğine olan inancıyla bir yerlere doğru yola çıktı.

Okulda iken giydiğimiz giysilerin kendimize değil karşımızdakine daha yakıştığını, arkadaşımızın üzerinde daha güzel durduğunu düşünürdük. Bu nedenle genellikle üst giysilerimizi değiş tokuş ederdik. Benim gömleğim Arif’te, Arif’in kazağı Süleyman’da, Süleyman’ın montu Mehmet’te, Mehmet’in parkası Sinan’da, Sinan’ın şapkası ise Metin’de olurdu.

Tıpkı aramızda kazak, gömlek değiş tokuşu gibi, eşitlik, adalet ve özgürlük takasıydı bizim istediğimiz. Ancak “Dünya Patronlar Örgütü” bundan rahatsız olduğu için düğmeye bastı ve “milliyetçi-ülkücü” vatan hainleri ile iş birliği içinde 12 Eylül 1980 yılında darbe yaptı. Arif ve arkadaşları o çok sevdikleri yaylalarda, dağlarda, köylerde dolaşıyorlar, oradan oraya gidiyorlardı; bir tek şehre inemiyorlardı. Arif ve arkadaşları bir gün yine kendileri gibi yoksul köylü tarafından ihbar edildiler. Arif yoldaşları ile pusuya düştü. Üzerinde benim gömleğimle, 11 Haziran 1981 günü katledildi ve kan revan içinde doğduğu köyü olan Aralık Köyü’ne (Klaskur’a) geldi.

Utanınca yüzü yanan Arif’in bütün vücudu alev içindeydi geldiğinde. Delik deşik olan bedeninden sızan kan durmak bilmiyordu. Sürek avına çıkmış “Dünya Patronlar Örgütü”nü koruyan-kollayan güçler pusuya düşürdüklerini infaz ediyorlardı. Arif de sorgusuz sualsiz pusuya düşürülerek infaz edilmişti.

Kızıl saçının rengi değişmişti, çilleri ve mavi gözleri solmuştu. Ağlayarak yanağına yanağımı yapıştırdım. Arif ağladığımı anlayamamış olmalı ki, kulağıma “Neden yanımda değildin?” diye fısıldadığını hissettim.

Yaşadığım için utandım. Yanı başımda duran anneme “beni yeniden doğur anneeee” diyemedim.

KATLEDİLİŞİNİN 43. YILINDA SENİ SAYGIYLA, HASRETLE ANIYORUM ARİF YOLDAŞ…