(Bu mektup, 7 Ocak 1981 günü, Vecihi Timuroğlu’ndan Sevgilisi Aysel Çakır’a (Uğur’a) yazdığı mektuplardan biridir. Mektubun orijinali Munzur dergisi Vecihi Timuroğlu Kütüphanesi’ndedir.)

Sensiz işgal edeceğim bir tarih sayfası bile eksiktir


MERHABA ÖMRÜM!

Merhaba Ömrüm! Seni çok üzdüm değil mi? Bir yeni yıl kutlaması bile yapmadım! Sana, uzun şeyler yazmak istiyorum. Sen öbür kadınlardan değilsin ki, bana küçük şeyler için kızasın. Küçük kadınlarla hemhal olanların böyle sıkıntıları olabilir, benim yok. Çünkü kadınım büyük.


Büyük kadınım, seni savsaklamadım. Sevineceğin bir iş yaptım da ondan geç kaldım. YAZKO’ya iki kitap yolladım. “Yazılanından Başkalarının Okuyacağı Mektuplar”ı istediler. O halleriyle gönderemezdim. Oturup yeniden yazdım. Oldukça yenileşti. Yerine oturan mektuplar oldular. Kutu olmaktan çıktı. Kimlikleri belli mektuplar haline geldiler. Artık, onlara kimseler sahip olamaz. Mektubun sahibi, Yerçekimim belli şimdi. İkinci kitap da Şeyh Bedrettin ve Vâridât… Yeni araştırmalarımla, oldukça yeni bulgularla, Bedrettin hakkındaki araştırmam da genişledi. Onu biliyordun. Ne yazık ki, kitap basılıncaya değin onlardan haberimiz olmayacak. Çünkü eski metinler üzerinde çalıştığım için, yeni metin yok. Eski metinleri yeniledim anlayacağın.

Üçüncü kitabı da istiyorlar. Hem de çok ivedi. Şimdi de ona çalışıyorum. Bir Sürgünün Ezgileri’ni YAZKO satın aldı. Önem veriyorlar o kitaba. şubat’a değin yetiştireceğim. Sensiz çekilmeyen bu evde, oturup şiir çalışıyorum. Geldiğinde, onların da postalanmış olacağını sanıyorum. Bitirilmiş biçimini okuyacağız sevgilim. Kitaplarımın tümünü de sana armağan ediyorum. Sana verecek bir yüreğim, bir de yapıtlarım var. Kafam ve yüreğim senin, acın ve nakışın da benim.

Elmadağı’nın üzerinden bulutlar kalkıyor. Gecenin serinine yatıyorlar sanki. Morumsu bir gökyüzü, sümbüli bir hava. Sen çiziliyorsun her şeye, eşya mutlanıyor. Evin her köşesinden sesin eliyor. Kadın duruşun, insan gülüşün her köşeden yansıyor. Birden duruluyorum. Daktilonun tuşlarına basmamı engelliyorsun. Birden kendime geliyorum. Çakışıyorum sana, bu tuşlar, senin sevgini vuruyor, engelleme.

Sümbüli havaların delibozuk bir halleri vardır. Renkleri bulutlaştırır, çıplak doğanın nesnelerini cızırtılı sallayışlarla üzüm üzüm üzer, canlı doğayı tedirginleştirir. Ama hüznü artırır. Yâr için artan hüznün erdemini seviyorum. Sessiz dünyamın sesi oldun diye söylemiyorum bunları, bana sümbüli havaların eskiden, bir şey söylemediğini, ama şimdi bu havalarla sana uzandığımı belirtmek istiyorum.

Yaşam nakışım, seninle dolu bir günü yaşıyorum. Tüm günlerm senin de… Bugün, daha başka sensin. İşimi bitirdim, esenliğe kavuştum. Hiç olmazsa, bir gün boşum. Seviyorum böyle boş günleri, hatta saniyelere dek inen boşlukları. Sana, salt sana ayrılmış zamanlardan daha saygılı zamanlar yok. Sensiz hiçbir şeyi sevmiyorum. Şiiri de başka şeyleri de… Sensiz, yalnız boşluğu seviyorum. O zaman, sular seni akıp geliyor, renkler seni bezeyip gülüyor, kuşlar seni şakıyıp ötüyor, türküler seni yankıyıp çığırıyor, hüzünler seni anıp gülümsüyor. Gel artık acım, sevdam, hüznüm ve Ortaçağ’dan kalma hüsnüm. Elime tarih alıyorum, yüzyılların tüm erdemleri sana uzanıyor, çağları süsleyen yaratımlar, sen oluyor. Sen, ne büyük sihirsin. Büyü değil sihirsin sevgilim. Büyü de insana yalanla, düzenle gelen bir anlam var. Oysa sihir, kendi bilincinin, kendi doğasının özünü verir insana.

Çölde, susamış insana su gibi görünen ufuk büyüdür. Arkasını yeşil bir ormana dayamış mavi bir koyda oynaşan kızıl renkler cümbüşü sihirdir. İşte sen, insana yakın bir maviliği süsleyen allar sihrisin. Sihirim’i, şubat yelinde bekliyorum. Bekliyorum ya, tüm yaşamım bekleyişle mi geçecek? Ne zaman, tüm zamanlarımızı tek bir zaman yapacağız? Bitsin bu oyun artık. Soluğunu duymak istiyorum. Sihrine yahşi turuncularla yansıyan bulutun olmak istiyorum. Muhammed’in mübarek vücudunu, çöl güneşinden koruyan bir bulut varmış. Nereye gitse, başının üzerinde gezermiş. Muhammed’i, Akdeniz kıyılarını süsleyen serin ve gölgeli ormanlarda yaratamayan Tanrı, başına bir bulut armağan etmiş. İslam şairlerinin ebrû-yi latif (ince bulut) dedikleri bulutu çöle tutsaklayıp Orta Anadolu akşamlarının pembeliğini duvağına tülleyen bulutun olmak istiyorum. Üzüntülü günlerine sevgi rahmeti çiseleyen, sevinçli günlerine mutluluk yağdıran bir Uğur Bulutu! Tüm insanlığınla yeşeren toprağın olayım istersen. Menekşe gibi aç orada. Karanfil gibi allan. Gül gibi katmerlen, lale gibi taçlan, sümbül gibi tüllen. İstersen dalın olayım. Bir Karacaoğlan sazına kol ol dersin, sevdanı perde perde inleyim. Öfke ol dersin, Pir Sultan sazına asılır kalırım. Sevgi ol dersin, pul olur canına yapışırım. Bilgem ol dersin, dut dalından bir gövde olur bağrına yaslanırım. Gel artık esmam, gel. Zamanlarını zamanlarımla birleştir, tüm zamanlarımız birlik olsun. Bir can değil miyiz sanki?

Sensiz olamıyorum Aysel, olamıyorum. Anla artık. Sevda, düğünde kol kaldırmak değil ki… Deveyle acıyı taşımak gibi bir şey. Seni, devlerin gücüyle değil, devecilerin sabrıyla bekliyorum. Sigaram da yok ki, ucunda yanmışlığımı izleyeyim. Gece bir ateş olup yatağıma giriyor, gündüz bir acı bilinç olup beynimi oyuyor bu sevgi.

Aşka saygılıyım, ama sana daha çok saygılıyım. Tüm yaşamımı sana vermedikten sonra, yaşamanın bir anlamı olabilir mi? Üretmenin ne anlamı olabilir? Hatta sensiz işgal edeceğim bir tarih sayfası bile eksiktir.

Eksik kalmış sevdanı tamamla zencefilim! Sil gel, süpür gel, yık gel! Ama mutlaka gel. Sabrım gel! Şubatta, birkaç gün birlikte olabileceğimizi sanıyorum ya, birden bütün günler şubatlaşıyor. Her ay şubata dönüşüyor. Tüm günleri ve ayları şubatlaştırmaya gel. Bütün şöminelerin sıcaklığını sunmaya hazır yüreğime sevgi dudağını sunmaya gel. Gel! Gel!