Büyük ilaç firmaları, Covid-19 tedavisinde kullanılan ilaçların ve aşıların patent haklarını korumak için lobi faaliyetleri yürütüyorlar. Yapılan kötülüğü ne kadar vurgulasak az. Suçlu tek tek kişiler değil, kapitalizm.

Serbest piyasa insan öldürüyor

Leigh Phillips

Etrafı kapayan toz bulutu dağıldıkça Covid-19’un etkilerinin düşündüğümüzden de kötü olduğunu fark ediyoruz. Tüm insanlığın ‘aynı gemide’ olduğu anlayışından ne kadar uzak olduğumuzu da anlıyor, ilaç firmalarının ve birlikte çalıştıkları lobicilerin durumu eşsiz bir fırsat olarak gördüklerini anlıyoruz.

VIP muamele

Gilead isimli ilaç firması 2020’nin Mart ayında yaptığı hamleyle koronavirüs tedavisinde kullanılan ilaçlardaki tekelini pekiştirmeye çalışmıştı ve gelen tepkiler neticesinde geri adım atmak zorunda kalmıştı. Buna rağmen, üretim maliyeti hasta başına yalnızca 9 dolar olan Remsivir ilacı için, hasta başına 4000 dolar talep etmeyi sürdürmesi mümkün.


Sanofi firmasının İngiliz CEO’su Paul Hudson aşının ilk tedarikinin ABD’ye yapılacağını, çünkü en büyük maddi katkıyı ABD’nin sağladığını söylemişti bu mukabele ilişkisi bizzat Washington tarafından talep edilmişti.

Avrupa Komisyonu ise yaptığı açıklamada firmanın milyonlarca dolarlık kamu teşvikinden faydalandığını söyledi. Almanya basını firmayı ‘ruhsuz’ ve ‘nankör’ olmakla suçladı. Emmanuel Macron Paul Hudson’ı Élysée Sarayına çağırdı. Normal şartlarda serbest piyasa yanlısı olan Fransız lider, aşının ‘tüm dünyanın iyiliği için üretilmesi gerektiğini, piyasa kurallarına tabi olmaması gerektiğini’ söyledi. Sanofi geri adım attı ve hiçbir ülkeye ayrıcalıklı muamele yapılmayacağını duyurdu.

Bu esnada AstraZeneca CEO’su Pascall Soriot da Birleşik Krallık’ın katkılarından ötürü üretilen tedavilerden öncelikli olarak yararlanacağını açıkladı.
Ancak ‘kötü adamlar’ Gilead, Sanofi, AstraZenaca ve Washtinton ile sınırlı değil. İngiltere, İsviçre ve Japonya’nın yanında bazı diğer ülkelerin diplomatları geçtiğimiz senenin Mayıs ayında bir araya geldiler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kararlarında kullanılan, ‘ülkelerin acil durumlarda patentleri yok sayabilecekleri’ yönündeki bazı ifadelerin kaldırılması için çalışmaya koyuldular.

Covid-19 tedavisinde kullanılan ilaçlar için birbirinden sıra çalmaya uğraşan ülkeleri görmek yeterince üzücüyken, yoksul ülkelerin tedaviye erişimini tümden engellemeye kalkmak kötülüğün bambaşka bir türü.

Gereksiz ve adaletsiz

Tarih tekerrür ediyor. 1990’lı yıllarda HIV/AIDS krizi zirvedeyken geliştirilen yeni ilaçlar sayesinde ölüm sayıları düşüşe geçmişti. Fakat ilaçların yüksek maliyetleri dolayısıyla Güney Afrika’da ölümler yüksek seyretmeye devam ediyordu. Demokrasinin ilk günlerini yaşayan ülke, mevcut ilaçları kendi üretme ya da doğrudan ithal etme yoluna gidebileceğini söylüyordu. Tabii ilaç sektörü buna hemen karşı çıktı ve iktidardaki Clinton yönetimi Güney Afrika hükümetini ticari yaptırımlarla tehdit etti.

Güney Afrikalı Tedavi Aksiyon Grubu’nun yıllar süren kampanyaları neticesinde başarıya ulaşıldı ve DSÖ’nün ‘Fikri Mülkiyet Haklarının Ticari Boyutu’ anlaşmasına ‘Doha Deklarasyonu’ eklendi. Karara göre hükümetler kamu sağlığını tehdit eden acil durumlarda fikri mülkiyet haklarını görmezden gelebileceklerdi.

Tabii büyük ilaç firmaları hiç memnun olmamıştı. Deklarasyonun hangi ilaçları kapsayacağına dair ifadeleri daraltmak için büyük çabalar sarf edildi. Gelişmekte olan ülkeler ise kararın bütün ilaçları kapsaması gerektiğini savundular. Avrupa Birliği bu konuda ‘orta yolcu’ bir duruş sergiledi ve ‘kapsamlı’ da olsa ‘kısıtlı’ bir liste hazırlanması gerektiğini savundu. Ardından ilaç sektörü gelişkin ülkelerin diplomatları yine harekete geçti ve DSÖ’nün karar organı Dünya Sağlık Kurulu’nun Covid-19’a dair alacağı kararda Doha Deklarasyonu’na atıf yapılmasına engel olma girişimlerine başladı. Uluslararası İlaç Üreticileri ve Birlikleri Federasyonu, “Yeniliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var ve fikri mülkiyet haklarını zayıflatmak için en kötü zamandayız” dedi. İlaçlara adil erişimin önemli bir hedef olduğunu ancak bunun ‘bağışlar ve hayırseverlik’ vasıtasıyla gerçekleşmesi gerektiğini savundu.

18 Mart 2020 günü yayınlanan kararda Doha Deklarasyonu’na atıf yapıldı ve Covid-19 ilaçlarının ‘küresel kamu yararı’ teşkil ettiği vurgulandı. ABD karşı oy kullanmasa da muhalefet şerhi koyarak arasına mesafe koydu.

ABD’ye kıyasla ‘dünyanın iyiliğini savunan’ oyuncu olarak görünme fırsatını değerlendiren Çin ise geliştirdiği aşıların ‘kamusal mal’ olarak değerlendirileceğini açıkladı. Oxfam ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi tıp alanına yoğunlaşan sivil toplum kuruluşları ise kararın bir zafer olduğunu, ancak önemli eksikleri bulunduğunu ifade ettiler.

Ahlaki hesapçılık

Firmaların patent koruma stratejilerini planladıkları günlerde bir yandan Covid-19 salgınının olası neticelerine dair hesaplamalar yapılıyordu. Imperial College London’ın hesaplarına göre müdahale edilmezse ölü sayısı 2020 sonunda 40 milyonu bulabilirdi. Ölümlerin 15 milyonu ‘küresel güney’ tabi edilen, gelişmekte olan ve yoksul ülkelerde yaşanabilirdi.

Tabii ülkeler müdahale niteliğinde çeşitli önlemler aldılar ve hastalığın yayılma hızını yavaşlattılar. Gelişmekte olan ülkeler enfeksiyon eğrisini ‘yavaşlatmakta’ önemli başarı kaydettiler. Buna rağmen rakamlar halen rahatsız edici. Küresel güney ülkelerinde hastalığın yayılma hızı görece yavaş olsa da sağlık hizmetlerinin kısıtlılığı tehlikeyi arttırıyor. HIV/AIDS, tüberküloz, sarılık gibi diğer hastalıkların tedavilerinin dolaylı olarak aksaması da önemli risk unsurları.
Hastalığı atlatmanın ‘grip geçirmek’ gibi olmadığını da biliyoruz. Virüsün vücutta kalıcı hasar bırakabildiğini, karaciğer ve böbrek yetmezliği ya da felç riskleri doğurabildiğini öğrendik. Afrika özelinde öngörülere baktığımızda 44 milyon insanın ‘semptomlu hastalık’ yaşayacağı öngörülüyor. Bu semptomlar birkaç haftalık burun akıntısı da olabilir, kronik akciğer rahatsızlıkları ya da kalıcı beyin hasarı da.

40 milyon insan ölmeyecek olsa da şunu unutmayalım; ilaç patentlerinin sahipleri, karar alırken 40 milyon insanın ölebileceğini biliyorlardı ve yine de fikri mülkiyet tezlerini savunmayı sürdürdüler. Bu ‘ahlaki hesapçı’ yaklaşım, 20. yüzyılda tanıklık ettiğimiz en kötü insanlık suçlarından farklı mı? Ukrayna kırımından, Çin’deki büyük kıtlıktan farklı mı? Bu örneklerde politika yapıcılar, Holokost’ta olduğu gibi ‘milyonlarca insanı bilinçli olarak katletmek için’ yola çıkmamışlardı ancak izledikleri politikalar neticesinde milyonlarca insanın ölebileceğini biliyorlardı.

Bu kıyaslamayı öylesine ortaya atmıyorum. Bilinçli ve dikkatli bir biçimde düşünmeliyiz. Firmalar salgının başlangıç günlerinde bu kararları alırken gerçekten kaç insanın ölebileceğine dair rakamların bilincindeydiler. Şimdilerde en kötü öngörülerin gerçekleşmeyeceği anlaşıldı ancak rakamlar halen yüksek, firmalar da aynı davranış biçimini sürdürüyorlar. Davranışlarının ne gibi sonuçları olabileceğinin de bilincindeler.

Buna rağmen, her şeye rağmen, aynı davranışları sürdürmekten başka çareleri yok. Bu suçların mimarı büyük ilaç firmalarının CEO’ları değil, serbest piyasanın ta kendisi.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Jacobin