Türkiye’de 1946’da çok partili hayata geçildi ve 1950 seçimlerini Demokrat Parti’nin kazanmasıyla tek parti yönetimi bitti. 1950’den beri Türkiye’de seçim mekanizması iyi kötü işledi, iktidarlar seçimle değişti, seçimi kaybedip de gitmemeye kalkışan hiçbir parti olmadı, seçim sonuçlarını tanımamak gibi işlere girişilmedi. 27 Mayıs’tan sonra Milli Birlik Komitesi ülkeyi askerlerin yönetmeye devam etmesini isteyen ekibi tasfiye […]

Türkiye’de 1946’da çok partili hayata geçildi ve 1950 seçimlerini Demokrat Parti’nin kazanmasıyla tek parti yönetimi bitti. 1950’den beri Türkiye’de seçim mekanizması iyi kötü işledi, iktidarlar seçimle değişti, seçimi kaybedip de gitmemeye kalkışan hiçbir parti olmadı, seçim sonuçlarını tanımamak gibi işlere girişilmedi.

27 Mayıs’tan sonra Milli Birlik Komitesi ülkeyi askerlerin yönetmeye devam etmesini isteyen ekibi tasfiye etti ve çok geçmeden çok partili hayata dönüldü. 12 Martçılar hükümeti devirdiler ama seçim mekanizmasına dokunmadılar, 12 Eylülcüler 3 yıl sonra çok partili hayata geçmek ve yeni kurulan Anavatan Partisi’nin zaferini kabul etmek zorunda kaldılar.

Elbette ki bunların hiçbiri Türkiye’de çok gelişkin bir demokrasi olduğu için olmadı, asıl mesele Türkiye kapitalizmi ve o kapitalizmin uluslararası kapitalizmle entegrasyonuydu. Sermaye düzeninin bekası adına hareket eden askerler de sivil hükümetler de seçim sonuçlarının tanınmamasının, çok partili hayattan vazgeçilmesinin ya da ilanihaye ülkeyi askerlerin yönetmesinin Türkiye kapitalizmi açısından imkânsız olduğunu biliyorlardı ve ona göre hareket ettiler.

Şüphesiz ki iktidar partisinin de esas görevi sermaye düzeninin bekasını sağlamak ve bu nedenle de resmi olarak bir tek parti rejimine geçmesi, diğer siyasi partileri kapatması, seçimleri yüzde 99’la kazanacağı bir mekanizmaya dönüştürmesi mümkün değil. Türkiye kapitalizmi ve onun uluslararası sistem içerisindeki yeri buna izin vermiyor çünkü.

Ancak resmen olmasa da fiilen “Türkiye’de seçimlerin sonu” diyebileceğimiz bir konjonktürde, seçimlerin giderek yapılıyormuş gibi yapılır hale geldiği bir konjonktürde olduğumuz kesin.

2014 Ankara seçim sonuçlarına gece yarısı yapılan müdahale, 7 Haziran seçimlerinden koalisyon sonucu çıkınca ülkenin bir korku tüneline sokularak 1 Kasım seçimlerine götürülmesi, 16 Nisan referandumundaki mühürsüz oy uygulaması, 24 Haziran akşamı yaşananlar… Bunların hepsi, resmen ortadan kaldırılmamış olmamakla birlikte Türkiye’de fiilen “serbest seçimler”in var olup olmadığını sorgulamamızı gerektiriyor.

Ana akım diye adlandırılanı da dahil bütünüyle ele geçirilmiş ve propaganda makinesine dönüştürülmüş medyayı, her seçimde manipülasyon yapmayı kendine iş edinen devletin resmi haber ajansını, parti görevlisi gibi çalışan bürokrasiyi, bağımsız olduğunu kimsenin iddia edemeyeceği yargıyı, iktidar partisinin devletin bütün olanaklarını kullanmasını da buna eklersek manzara tamamlanıyor. Türkiye’de iktidarın el değiştirebilmesi anlamında “serbest seçimler”den söz edebilmemiz giderek zorlaşıyor.

Durum buyken bir de karşımızda 31 Mart seçimleri ve sonrasında yaşananlar duruyor: İstanbul’da mazbatanın halen verilmemiş olması, Büyükçekmece üzerinden hayata geçirilmeye çalışılan planlar, Maltepe’deki oy sayım süreci, seçime girmeleri engellenmediği halde kimi HDP’li adayların KHK’lı oldukları gerekçesiyle başkanlıklarının düşürülmesi ve mazbatanın “ikinci”ye verilmesi, kayyum ihtimali…

Özellikle İstanbul seçimlerinin tekrarı gibi bir kararın alınması halinde seçim sonuçlarının fiilen tanımamasının ötesine geçilerek resmen tanınmaması gibi bir durum ortaya çıkacak ve böylece rejim bir eşiği daha atlamış olacak.

Bunun hem Türkiye’nin sermaye düzeni üzerinde hem de Türkiye siyaseti üzerinde tarihsel birtakım etkiler yaratması ise kaçınılmaz. Toplumsal muhalefetin bu ihtimale karşı hazırlıklı olması, böyle bir durumda ne yapacağı üzerine ciddiyetle düşünmesi gerekiyor.