Şu sıralar bir tekrar sorunuyla karşı karşıyayım; muhtemel ki solda düşünen, yazan bir çok insan da, benimle aynı durumda. Yaşadığımız esaslı sorunlar karşısında, “konuya şöyle bir bakış açısıyla bakılabilir” derken, birden aklıma geçmişte yazdığım bir yazı geliyor. Ortaya çıkıyor ki çok benzer ya da aynı soruna geçmişte de benzer bir yaklaşımla açıklık getirmeye çabalamışım.

Bu minvalde bir kaç hafta önceki bir köşe yazımda, pek yapmadığım bir şeyi yapıp, 2010 yılında yazdığım bir köşe yazısından uzunca bir alıntıya yer verdim. İktidarın artan otoriterliği üzerine o dönemde yazdığım yazı sanki bugün için yazılmış gibiydi.

Bu tür geri dönüşler bizim gibi düşünenlerin, sol-liberal ve benzer çevreler karşısında, gerçekliği yakalama konusunda ne kadar iyi olduğunu gösterebilir; bu vesileyle kendimizi iyi de hissedebiliriz. Lakin böylesi geri dönüş ve tekrarların bir başka düşündürücü boyutu daha var. Geçmişte yaptığımız değerlendirmelerin bugün geçerliliğini koruyor olması, aynı zamanda, görüşlerimizin gerçekliğe müdahale noktasında çokta etkili olamadığını göstermiyor mu? Yani açıklıyor, ama değiştiremiyoruz. Yani Marx’ın anlatımıyla “aslolan” konusunda çok başarılı değiliz.

Sorunumuz, uzunca bir süredir, toplumsal/siyasal çelişkilerin iki kutbundan biri olamayıp, “üçüncü” konuma düşmek olarak ifade edilebilir. Kuşkusuz bu üçüncü konum, gördüğümüz gerçekliğe ahlaki bir duruşla sarılmamızdan doğuyor. Lakin bu konum nadiren iki kutuptan biri haline geliyor.

Türkiye’de devletçilikle liberal gelenek kapışırken de, ulusalcı-milliyetçi duruş Kürt siyaseti ile karşı karşıya geldiğinde de aynı sorunu yaşadık. Bir miktar kenarda kalan bir üçüncü duruş! Lakin bizimkisi şerefli üçüncülük. Öyle tarafsızlık durumu falan değil; ne İsa’ya ne Musa’ya durumu. Doğruları söyleyen, sıkça bedeller ödeyip, nadiren ödül alan bir duruş.

Pek sık olmasa da siyasetin asli muhatabı olabildiysek, Gezi başkaldırısında olduğu gibi, onu da mücadele ederek başardık. Sonra Gezi sönümlendiğinde, biz de klasik üçüncülük pozisyonumuza başımız dik geri döndük.

Bir zamandır, Kürt Hareketi ile AKP iktidarının yürüttüğü görüşmelerin tutanakları yayınlanıyor. Kürt siyaseti kendi temsil kanalları ve siyasi projesi doğrultusunda yapması gerekeni yapmış; yapıyor. Lakin o tutanakları okurken, bir kez daha üçüncü pozisyonun niçin önemli olduğunu bir kez daha idrak ettim; çözüm sürecinin görünür, bilinir hale getirilmesi için yaptığımız çağrıların niçin önemli olduğunu da!
Müzakere eden güçler şimdi savaşıyor. Bir kez daha önemsiyorum üçüncü pozisyonu. Savaşın başlatanı, masadan kalkanı belli; savaşın bölge halkına ödettiği bedel de. Ama biz o şerefli üçüncü pozisyondan, ezilenin yanında olma adına, savaşı kutsamak yerine, Kürt siyasal seçkinlerine sormak zorundayız; gerçekten yok mu savaştan başka çıkış yolu? Dahası sormak yetmez; varsa ki olmalı, o yolu inşa etme konusunda bizlere, bulunduğumuz o üçüncü konumdan, önemli görevler düşüyor.

Yine 2010 yılında sosyolog Simmel’e referansla toplum üç sayısıyla başlar diye bir yazı yazdığımı hatırladım; iki taraf savaşa girişince araya girecek bir üçüncü gücün önemine atfen. Burada murad edilen basit bir hakemlik değil, kuşkusuz! Ne de ortaya çıkan açmazdan kendine pay çıkarma, kendine yontma kaygısı. Çok şükür şerefli üçüncüyüz, yerimiz ezilenlerin yanı. Ama tam da o nedenle, hep zor sorular bize kalıyor; bazen yanıtlar vermekte!

Arada bencilce sormak geliyor içimden; yok mu üçüncülükten daha “şerefli” pozisyon? Simmel’in üç sayısına atfettiği öneme binaen susuyorum!