Bedreddin İsyanı, Paris Komünü vb. hareketlerin, güzelliğine-doğruluğuna rağmen yenilmiş olmasını Mahir Çayan, objektif şartların yetersizliği ile açıklar

Serez’den Haziran’a Bedreddin

MEHMET YEŞİLTEPE

Yalnızca Spartaküs, Ebu Zer veya Münzer değiliz biz.
En zorlu koşullarda bile
Karmati içeriklidir gülümsemelerimiz.
Geleceği örgütlerken, bir Bdreddin’e,
Bir uzun menzilli geleceğe değer perspektifimiz.

İnancın bilinçle/itirazla harmanlandığı bir barikat
Bedreddin’in Serez çarşısında ölümsüzlüğe yol alışının 597. yılında onu, Osmanlı ordusuna karşı, Börklüce Mustafa’nın Aydın’da, Torlak Kemal’in Manisa’da önderlik ettiği direnişlerle beraber anmak, bu hareketin bütünsel anlamına ve bugüne uzanan diyalektiğine dikkat çekmek, hem onlara karşı bir sorumluluktur hem de bugünün mücadele ihtiyaçları açısından bir gerekliliktir.

Bedreddin isyanı, 15. yüzyılın başlarında, halktaki dayanışmacı-paylaşımcı nitelikleri kapsayarak büyüyen bir harekettir; Anadolu ve Rumeli’nin yoksul halklarının, baskı-zulüm ve ağır sömürü koşullarına karşı, din-mezhep farkı gözetmeksizin, aynı amaç etrafında bileşmesi, aynı barikatta yoldaşlaşmasıdır.

Vâridât; fikri arka plan
Toplumsal her hareketin bir yön tayini, bir yol haritası, dolayısıyla da düşünsel sistematiği vardır. Vâridât, bu bağlamda eylem öncesi bir bildiri değilse de Şeyh Bedreddin ayaklanmasının teorik arka planına dair bilgi edinilebilecek kaynaklardan biridir; Anadolu’daki sözlü kültür geleneğine uygun olarak Bedreddin’e ait olduğuna inanılan fikirlerin ölümünden sonra kaleme alınmasıyla ortaya çıkmış bir kitapçıktır. Osmanlı döneminde iktidarın hedefi haline geldiği ve yasaklandığı için gizli tutulmuş ve günümüze kadar taşınmıştır. Daha önce de çeşitli araştırmalarda değinildiği gibi Vâridât’ın tahrifata uğramış olabileceği olasılığını göz ardı etmemekle beraber, içerdiği görüşlerin materyalist ipuçları taşıdığını söylemek mümkündür. “Bilginin derinliklerine daldıkça görüyorum ki sonu yoktur. Her ulaşılandan sonra bir ulaşılmaz var" diyen Bedreddin’in felsefesinin derinliği söz konusudur.

Varidat’ta Ortodoks dinsel yaklaşımdan farklı olarak tasavvuf geleneğinin izleri vardır. Ve daha da önemlisi, fikri olanı eylemsel olanla, soyutu somutla ilişkilendirerek söylersek; Bedreddin’in tarihi, bir dönemin ezilenlerinin itiraz ve alternatif tarihidir; dolayısıyla da ezilenlerin mücadele geleneğinde önemli bir halkadır. Bu tarihin yok sayılmasının veya resmileştirilmek istenmesinin nedeni budur. Dinsel öğeler öne çıkarılarak sınıf savaşımının dışındaymış gibi gösterilen mücadele, gerçekte ezilenlerin din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin baskı ve sömürüye karşı harekete geçmesidir. Bu bağlamda, Bedreddin ile Münzer arasındaki benzerlik bir tesadüf değildir.

Cihan’ın ilk gerillası Spartaküs’ten Bedreddine
Ahmed Arif’in Spartaküs’ü “Cihanın ilk gerillası” olarak tanımlaması gibi sınıfların ortaya çıkışından bugüne sınıf savaşımından söz etmek mümkün. Komünal yaşamın ilkel biçimi gibi sınıflar mücadelesi de ilkel biçimlerle başlayıp giderek evrim geçirmiş, araç ve nitelikleriyle gelişen bir seyir izlemiştir. Spartaküs’ün Güneş Ülkesi’nde geleceğin düşsel tasarımını görmek mümkün. Bu, sınıflar mücadelesinin hemen her kesitinde yapıcı yanlar da taşıdığını, kavganın geleceğe de işaret eden boyutlar içerdiğini gösteriyor.

Tarihsel materyalizm açısından değerlendirildiğinde, sınıf savaşımının kapitalizm öncesi ekonomik ve toplumsal koşullara bağlı olarak özgül biçimler aldığı görülür. Tam da bu bağlamda, ezilen halklar, Ortaçağ boyunca maruz kaldıkları zulme ve sömürüye “Mülk Allah’ındır” diyerek karşı durmuş, ortak mülkiyete işaret etmişse; bu, sınıf mücadelesinin din görünümü altında sürüyor olmasındandır. Engels, bu durumu şöyle ifade eder:

“… Eğer bu sınıf savaşımları o çağda dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile açıklanır.” (Köylüler Savaşı, s: 46) Engels’in ortaya koydukları ve bütünlüklü tarihsel resim, farklı coğrafyalarda ve birbirinden habersiz de olsa ezilenlerin komünal yaşam yönündeki arayışlarını yansıtıyor.

Bedreddin’den Münzer’e itirazın ve ortaklaşmanın diyalektiği
Ortaçağ koşullarında, yönetenler egemenliklerini dine dayandırıyordu. Doğuda Halifelik, batıda Papalık etkiliydi. İtiraz ve direncin din eksenli gelişmesi, bu bağlam içinde düşünülmeli, görülmelidir.

Marx’ın, “Biz dünyevi sorunları teolojik soruna dönüştürmüyoruz. Biz teolojik sorunları dünyevi sorunlara dönüştürüyoruz” sözü tam da bu durumu anlamaya ve açıklamaya uygundur.

Bilindiği gibi Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun egemen dini oluşunun ardından bütün Avrupa’ya yayıldı. Ve egemenlerin kendi düzenini sağlama aracına dönüştü. Bunun karşısında, feodalizmin sömürü ve zulmüne itirazı olan ezilenler, muhalefetini İsa’nın sözlerine ve yaşam biçimine dayandırır oldu. Diğer bir ifadeyle, egemenler sömürüyü dinle maskeledikleri için, ezilenler de o maskeyi dinin eliyle çekip indirdiler.

Dinin hâkim bir ideoloji olduğu, bilim ve politikanın dinden ayrı düşünülemediği bir tarihsel dönemdir söz konusu olan. Mesela o dönem için kimi Hıristiyan keşişlerin tepkileri sınıfsal içeriklidir.

Saint Ambroise: “… Tanrı yeryüzünün ürünlerini insanların topluca yararlanmaları ve onların ortak mülkiyetinde kalması için yaratmıştır.” (Max Beer, Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, s: 135)

O süreçte Batı'da ezen de ezilen de Hıristiyan’dı. Giderek her sınıf, kendi Hıristiyanlığını yaratıp yaşar oldu. Egemenler bunu, Engizisyon’la en uç noktasına vardırdı. Ezilenler ise, “Mülk Tanrı’nındır” ekseninde, paylaşım ve ortaklaşmayı esas alan bir duruşa yöneldi.

Thomas Münzer de bunlardan biriydi. Üstelik sözle yetinmedi, Köylüler Savaşı’na önderlik de etti. Engels’e göre, Thomas Münzer’in felsefi ve teolojik öğretisi yalnızca Katolikliğin değil, tüm Hıristiyanlığın temel ilkelerini hedef alıyordu. Buna göre “İnanç sahibi kişilerin başlıca görevi, gönüllerine doğan Tanrı çağrısına uyup cenneti yeryüzünde gerçekleştirmek olmalıydı. Öbür dünyada ne cennet vardı, ne de cehennem. (…) Din felsefesi nasıl tanrıtanımazlığa dek varıyorsa, öngördüğü politik program da komünizme yaklaşıyordu. (…) Münzer’e göre cennet her türlü özel mülkiyet ve sınıf ayrımının ortadan kalktığı, toplum üyelerine yabancılaşmış özerk devlet iktidarının bulunmadığı bir toplumdan başka bir şey değildi.”
serez-den-haziran-a-bedreddin-223330-1.
Münzer’in kısaca özetlediğimiz bu görüşleri, kendisinden yaklaşık bir asır önce yaşamış Bedreddin’in düşünceleriyle önemli oranda örtüşür. Bedreddin’in 15. yüzyılda Anadolu için söylediklerini, Münzer 16. yüzyıl Almanyası için söyler. Bedreddin’in doğa olaylarını açıklama yöntemi de Münzer’in öğretisinde olduğu gibi bir “yaratıcıya” değil akıl ölçülerine dayanır. İkisinin de fikri ve fiili duruşunun temelinde, eşitsizliği, sömürü ve zulmü sorgulayan bir toplumsal kaygı vardır. Bedreddin de “öte dünya”ya inanmaz, cennet ve cehennemi yeryüzünde arar; cenneti iyilik, cehennemi kötülük olarak nitelendirir. “Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.” biçimindeki sözleri, nasıl bir felsefeye sahip olduğunu özetlemeye yeterlidir. Hatta Bedreddin’in yoldaşı Börklüce Mustafa’nın, yalnızca giyim-kuşam, yiyecek vb. ile sınırlı olmayan o dönemin üretim araçları niteliğindeki araba ve atların da ortaklaşa kullanımını içeren bir komünal anlayışa sahip olduğuna dair bilgiler vardır.

Bedreddin isyanı, Paris Komünü vb. hareketlerin, güzelliğine-doğruluğuna rağmen yenilmiş olmasını Mahir Çayan, objektif şartların yetersizliği ile açıklar:

“Sosyal devrimde belirleyici rolü sadece ihtilalci inisiyatif oynamaz. Tarihi kahramanlar değil, kahramanları tarih yaratır. Devrimler tarihi, iktidarı ele geçirmesine rağmen, objektif şartların yetersizliğinden dolayı (her çeşit kahramanlığına rağmen) ihtilalci inisiyatifin hüsranla sonuçlanması ile doludur. Münzer hareketinden, Şeyh Bedreddin ve Paris Komünü’ne kadar tarih, o yaşanılan devrin maddi temelleri ile uygunluk içinde olmayan ihtilalci inisiyatifin mağlubiyetlerine sahne olmuştur.”

Tohum filizlenmiştir
Yenilmiş olmak, tüm değişik biçimleri bütünün kendisi olarak değerlendiren, tohumdaki ağacı gören Bedreddin’in ve yoldaşlarının mücadelesinin geleceğe taşınmasını önleyememiş, o tohumlar yüzyıllar sonrasında da ezilenlerin mücadelesinde tekrar tekrar filizlenmiştir.

Bedreddin’i erken bir devrimci sıçrama olarak yorumlayan Nâzım Hikmet, Anadolu halkının yoksulluğa, eşitsizliğe, sömürüye karşı duyduğu tepkiyi ve kurtuluşa olan özlemini Bedreddin’in dinsel-ideolojik inancına içkin halde ele alır. Bedreddin, Nâzım’ın şiirinde çırılçıplaktır, mülkiyetsizdir. Nâzım, Bedreddin’in gidişini olduğu gibi dönüşünü de materyalistçe anlatır:
“Biz Bedreddin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.”

Bedreddin bugün de bizimle, aramızda, kâh Haziran kortejinde kâh Cerattepede; Sur’da-Cizre’de veya “Ne arasan kendinde ara” diyenlerin, cenneti bugünde kendi eyleminde arayanların yanındadır. Bedreddin’in kendi sözüyle söylersek; tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları unutmamıştır.