OĞUZ OYAN TÜSİAD, 2019’un ilk Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısını 15 Mayıs’ta yaptı. Toplantıyı hiçbir sermaye/iktidar medyası canlı olarak vermedi. Hatta aslî işi ekonomi haberciliği yapmak ve bunu yaparken de sermayenin çeşitli ilgi alanlarına öncelik vermek olan Bloomberg H/T bile vermedi. Toplantıyı canlı olarak yalnızca Halk TV yansıttı. Neler oluyor? TÜSİAD yöneticilerinin iktidarın ekonomi politikalarına […]

Sermaye, hükmetme sorunları mı yaşıyor?

OĞUZ OYAN

TÜSİAD, 2019’un ilk Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısını 15 Mayıs’ta yaptı. Toplantıyı hiçbir sermaye/iktidar medyası canlı olarak vermedi. Hatta aslî işi ekonomi haberciliği yapmak ve bunu yaparken de sermayenin çeşitli ilgi alanlarına öncelik vermek olan Bloomberg H/T bile vermedi. Toplantıyı canlı olarak yalnızca Halk TV yansıttı.

Neler oluyor? TÜSİAD yöneticilerinin iktidarın ekonomi politikalarına eleştiri yöneltecekleri tahmin edilip bunu canlı (sansürsüz) nakletme riskini alamamak mı? Yoksa, bütün ekonomik geleceğini iktidarın tellallığını yapmaya bağlamış yani «iktidara iliştirilmiş» medya gruplarının artık göstermelik de olsa habercilik yapamayacağı gerçeği mi? Sermayenin, medya sahibi olan (dolayısıyla iktidarla daha içli dışlı olan) kesimleriyle olmayan kesimleri arasında görünmez bir çekişmenin habercisi mi? Hepsi birden mi? Ertesi günün yazılı basınına bakıldığında da toplantıdaki konuşmaların en nesnel biçimiyle Cumhuriyet, Birgün gibi sermayeye ve iktidara eleştirel konumlardan bakabilen günlüklerden geldiği görülüyordu.

Her durumda, Türkiye medyası hem dünyadaki örneklerine benziyor hem farklılaşıyor. Benzerlik, medyanın artık dünyanın her tarafında sermayenin denetimi altına girmiş bulunması. Guardian, NYT, WP, Le Monde gibi “bağımsız” sayılan gazeteler de bu akımın dışında değil. Farklılık ise, Batı’nın gelişmiş ülkelerinde medyanın dar sermaye gruplarının çıkarlarını savunma konumuna (henüz) gelmemiş olması. Ama gene de genel sermaye düzeninin, bu arada hakim grupların ve siyasi iktidarın hakim ideolojik posizyonlarının sınıfsal çizgisinden asla çıkmıyorlar. Trump’a Putin/Rusya üzerinden yöneltilen ve akıl almaz derecede saçma suçlamalara yer verilen “cadı avı”na katılan “soldan” veya sağdan gazete ve gazeteci bolluğuna bakıldığında, oluşan “Bremen Mızıkacıları” takımının gerici reflekslerinin harmonisi gerçekten ibretliktir. (Bkz: S.Halimi ve P.Rimbert, “Medyanın Çernobil’i”, Le Monde Diplomatique, Mayıs 2019; aynı yerde, A.Maté, “Mueller Raporu’ndan sonra ‘Russiagate’ fiyaskosu: Demokratların Donald Trump’a Hediyesi”).

Otokratik ülkelerde, devletin (varsa) yarı-resmi yayınları dışındaki medya grupları açısından devletin yörüngesinde kalmak daha belirleyici olabiliyor. Siyasi iktidarın çıkar alanı veya siyasi konumlanması ile sermayenin genel çıkarları arasında konjonktürel olarak bir örtüşmeme durumu ortaya çıktığında, birincinin yanında yer almak daha güvenli görülüyor. Türkiye›deki durum tam da buna uyuyor. Bu anlamda, Türkiye›deki medya «özgürlüğü» melez demokrasilere benzerlik çizgisinden hızla uzaklaşıp otokratik rejimlere özgü nitelikler kazanıyor. Bu yönelişe aykırı küçük medya organlarına veya sosyal medyaya, “düşük etki düzeyinde” kabul edildikleri veya Dünyadan gelebilecek tepkileri göğüslemeye değmediği sürece “şimdilik” dokunulmuyor. Kuşkusuz bunun bir garantisi yok; her iki taraf için de.

Sermaye, Derdini Anlatacak Kanal Bulamıyor mu?

1970’lerin sonlarında büyük tirajlı sermaye gazetelerine verilen ilanlarla siyasi iktidarları değiştirebilen bir büyük sermaye tablosundan, bugün mesajlarını topluma iletme güçlüğü yaşayan bir TÜSİAD tablosuna gelmek az şey değildir. Bunun arkasında, kendi çıkarları söz konusu olduğunda olağanüstü rejimleri körükleyen veya içselleştiren bir sermaye mantığı ve düzeni bulunur. O nedenle 12 Eylül askeri rejimi bölüşüm ilişkilerini emekçiler aleyhine olağanüstü derecelerde bozarken, sermaye temsilcilerinden Halit Narin “Yirmi yıldır onlar güldü biz ağladık» sözleriyle meselenin sınıfsal özünü bir çırpıda özetleyivermişti. Sermayenin toplum için bir demokrasi önceliği yoktu ama emekçilerin örgütlenme ve mücadele haklarını kısıtlarken kendisi için sonsuz bir girişim ve mülkiyet özgürlüğü meselesi vardı.

Ama sermaye kesiminin uzun süre kalıcı ve rakipsiz olacak bir sivil otokratik rejime çok da hazırlıklı olduğu söylenemezdi. 2002 sonrasında başlangıçta işler kendi talepleriyle çok uyumlu gidiyor, IMF disiplini ile olumlu dış koşulların birleştiği bir konjonktürde sermaye yanlısı uygulamalarda sınır tanımayan bir siyasal iktidar, sermaye birikimini adeta şaha kaldırıyordu. Ama iktidardaki İslamcı sağ parti 2007’den itibaren alışıldık sermaye partileriyle (ve sermayenin askeri rejimleriyle) farkını göstermekte gecikmeyecekti. Dolayısıyla sermaye sınıfı, bugünlerde artık bir İslamcı otokratik rejim inşasına girişirken bütün dizginleri bir otokratın elinde toplamaya yönelmiş bir siyasi iktidar biçimini tam olarak algılayamamış olmanın sorunlarını da yaşamaktadır. Bu sorunların başında, sermayenin iktidarla ilişki kurma kanallarının iyice seyrelmiş ve istikrarsızlaşmış olması gelmektedir. Yeni Anayasal düzenle kurulan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi, Türkiye burjuvazisinin alışık olmadığı yeni bir ilişkiler yumağı örmektedir.

Üstelik, ilk beş yılında büyük sermaye başta olmak üzere bütün sermaye kesimlerine rant yağdıran iktidarın, daha sonra etrafında kümelenmiş birinci ve ikinci halka sermaye gruplarını yeğlemeye başlaması, bunları davet usülü ihalelerle iyice palazlandırması; bu arada iktidarı paylaşan ailelerin bizzat kendi aile şirketleri/vakıfları üzerinden servet yığmaya başlamaları, Türkiye kapitalizmine küme düşüren bir şekle bürünmeye başlamıştır. Sermayenin kapalı devre eleştirilerinin en bellibaşlı konularından biri budur.

Sermayenin geniş kesimleri (iktidar yanlısı olanlar da büyük ölçüde dahil olmak üzere) bu iktidarın dış dünyayla ekonomik ve diplomatik ilişki kurma biçimlerini son derece sorunlu görmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu sorunlarına bulaştırılma biçimi, cihatçı grupları destekleyerek ve genişleyici siyasi emeller güderek Suriye sorununa yanlış yaklaşımları, NATO ve Batı kampıyla (İsrail dahil) “gereksiz” sürtüşmeleri, içerdeki Kürt sorununa kendi günlük siyasi çıkarları üzerinden çelişkili bakışları eleştiri konusu olmaktadır; ama bunun büyük bölümü örtük biçimde yapılmaktadır.

Son olarak, iktidarın ekonomik kriz koşullarını zamanında kavrayamamış olması, hatta bugün bile bunları tam algıladığının kuşkulu olması; krize karşı ciddi bir ekonomik program uygulayamaması açık eleştirilerin merkezindedir. Ama TÜSİAD’ın eleştirilerine Cumhurbaşkanı üzerinden verilen “zamanı geldiğinde bunun hesabını sorarız” yanıtı, tam da “eleştiriye karşı tehdit” sarmalını yani sermayenin çıkmazını vurgulamaktadır.

Sermaye Ne İstiyor? İktidar Ne Öneriyor?

TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özkan, sorun tespitlerini yaptıktan sonra neler istediklerini açıkça sıralıyor. Bunların arasında iktidarın sinirleriyle en çok oynayanı herhalde “seçmen iradesine saygı duyulması” olmalı. “Rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa” bağlamında “ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli uluslararası sistemle olan ittifak, ülke içinde demokrasi ve hukukun üstünlüğü” taleplerinden son ikisi de iktidara doğrudan eleştiri niteliğinde. Diğer önemli bir eleştiri de, ekonomideki zafiyet: “Türkiye ekonomisinin gücü sayesinde 10 yıldır tolere edilebilmiş olan zafiyet artık tüm kesimleri zorluyor. Göstergelerdeki kötüleşme bir alandan diğerine giderek ekonominin tamamına yayılıyor».

İktidarın bu sürece yanıtları ise tam bir sistemsizlik sergiliyor. 2017’de frene basılması gerekirken Anayasa referandumunu almak için gaza basılıyor ve ekonomiye zorlama bir yüksek büyüme yılı yaşatılıyor. Ama Hazine’ye, kamu bankalarına yüksek kredi riskleri (KGF) getirme, sermaye ve tüketim teşvikleri üzerinden kamu maliyesine önemli zaaflar yaratma pahasına. Bu zorlama 2018’in ilk yarısında da sürdürülüyor, ama yılın ikinci yarısında yerine kaçınılmaz bir ekonomik daralmaya bırakarak… Bu arada RTE, iç kamuoyuna yönelik olarak algılanan “faizleri indirme” gösterisini gidip Londra’da da sürdürünce, küçülme krizi öncesinde bir döviz krizini körüklemeyi de başarıyor.

Eylül 2018’de açıklanan Orta Vadeli Program= YEP, 2019 için daraltıcı maliye politikaları öngörüyordu ama 31 Mart seçimleri nedeniyle askıya alındı. Seçimler 23 Haziran’a uzayınca, askı süresi de uzadı. Damat Albayrak’ın 23 Mayıs’ta açıkladığı İVME (İleri, Verimli, Milli Endüstri) kısaltmalı finansman paketi ise, “program” enflasyonuna etkisiz bir yenisini daha ekliyordu. Yılsonuna kadar üç faaliyet alanına kamu bankaları üzerinden 30 milyar TL’lik finansman sağlanacağı öngörülürken (daha yeni o bankalara yaklaşık aynı miktarda fon aktarılmıştı), bunun sermayenin etkili bir “anti-kriz program” talebine karşılık geldiği de son derece kuşkulu. Bu arada Bakanın Haziran’dan sonra cari fazlaların ve istihdamın birlikte artacağı iddiaları tam bir “oksimoron” örneği (yani “sıcak-buz” gibi imkânsız birliktelik) oluşturduğundan, sermayece ciddiye alınması imkânsız. (Ayrıca cari fazla verileceğini müjdelemek, ekonominin üçüncü çeyrekte de küçüleceğini söylemekle eşanlamlı)

Aslında krize karşı bir program oluşturma konusunda iktidarla sermaye arasında bir uyum olduğundan da söz edilemez. Sermayenin eğiliminin iktidarı bir IMF disiplini içine sokmak, böylece ekonomiye kaynak girişlerini garanti ederken, kanal İstanbul gibi maliye disiplinini bozacak projeleri iptal ettirmek olacağı söylenebilir. IMF’siz bir IMF programı ise dış kaynak sağlanamazsa anlamsız kalacaktır. Sol damgalı üçüncü yolun yani sermaye kontrollerine gidilerek dış borçların yeniden yapılandırılması yolunun ise bugünkü Türkiye siyasetinde sahiplenicisi olmadığından uygulanma şansı yok gibidir. (Bu yolun seçilmesi halinde özel sermayenin dış borçlarının kamu tarafından üstlenilmesi şıkkının baştan reddedilmesi gerekir).

Sonuç: Uyumsuzluk Sorunu

Sonuç olarak, eğer sermayenin hükmetme sorunları varsa bu sorunlar başta kendi öncelikleri ile iktidarın öncelikleri arasında bir uyumsuzluk olmasından kaynaklanıyor. Bu, hem ekonomik hem de siyasi/yönetsel alanları kapsıyor.

Bu uyumsuzluklar, AKP/RTE iktidarının sermayenin iktidarı olduğu gerçeğini değiştirmiyor; onu nüanslandırarak kavramamıza imkân sağlıyor. Siyasi iktidar ile ekonomik iktidar ayakları arasında konjonktürel uzaklaşmalar olduğunu hatırlatıyor. Sermayenin birikim sorunlarının üzerine gelen siyasi tehditlerin, faşizme biat ilişkilerini emekçiler dışında sermaye açısından da zorlamanın (Osman Kavala örneği bardağı taşırmış olmalı), “uzaklaşmanın” bugünle sınırlı olmayan bazı sonuçları olabileceğini gösteriyor.

Bu arada burjuvazi Türkiye’de kitle iletişim araçları üzerindeki ortak sınıfsal çıkarlarını ortak bir paydada savunma reflekslerini yitiriyor; dar şirket çıkarlarının öne çıkmasını engelleyemiyor. İktidara çok yakın olan ve olmayan sermaye çevreleri arasında da bir gerilim hattı oluşmaya başlıyor; bunların arasında dahi farklı kümelenmeler peydahlanıyor.

Bu arada bitmeyen seçim sürecinde, muhalif seçmenlerin çalınan İstanbul BBB seçimine yönelik kendiliğinden kitlesel tepkilerini kamusal alanlarda daha görünür kılmaları; stadyumları, konser salonlarını protesto mekânlarına dönüştürebilme kapasiteleri, iktidar seçmenlerinkini çok aşıyor. Toplumsal haklılık temeli üzerine bir de protesto geleneğine sahip olma dürtüleri ekleniyor. Laik yaşam tarzına sahip sermaye çevrelerinin sınıfsal özü eksik olan bu protestolarda hangi tarafta durduğunu tahmin etmek zor değil. Devletin tepesinde oturanlar açısından ise, tüm polis ve yargı şiddeti uygulamalarına karşın toplumun sesinin kısılamamış olması, rejim inşasını zora sokan ana etken.