oğuz oyan Seçimler henüz sonuçlanmış sayılmaz. İstanbul kumpasları veya mazbataları “KHK’lılık” gibi hukuk dışı gerekçelerle verilmeyen HDP’nin kazandığı il veya ilçe örnekleri, YSK’nın seçimlerin hukuk güvenliğini sağlayamadığını bir kez daha göstermiştir. Gene de biraz seçim konusu dışına çıkmakta yarar var. 10 Nisan’da Bakan Albayrak’ça 2019 için açıklanan “Yapısal Dönüşüm Adımları”nın büyük bir etkisi olmayabilirdi; ama […]

Sermaye iktidarının  seçim sonrası programı

oğuz oyan

Seçimler henüz sonuçlanmış sayılmaz. İstanbul kumpasları veya mazbataları “KHK’lılık” gibi hukuk dışı gerekçelerle verilmeyen HDP’nin kazandığı il veya ilçe örnekleri, YSK’nın seçimlerin hukuk güvenliğini sağlayamadığını bir kez daha göstermiştir. Gene de biraz seçim konusu dışına çıkmakta yarar var.

10 Nisan’da Bakan Albayrak’ça 2019 için açıklanan “Yapısal Dönüşüm Adımları”nın büyük bir etkisi olmayabilirdi; ama ekonominin merkezi İstanbul seçimlerinin belirsizlik içinde bırakılması ve dış politikanın (S-400/F-35)) olumsuz yansımaları, kısa vadeli piyasa göstergelerini de (döviz, faiz ve borsa endekslerini) olumsuz etkilemeye yeterli oldu. Açıklanan programın bu gidişattaki rolünü tam ayrıştırmak pek mümkün olamasa da, olumsuz etkilerinin ağır bastığı, en azından, krize karşı somut ve hemen uygulanabilir önlemlerin yetersizliği bakımından kısa vadeli iç ve dış “piyasaları” rahatlatıcı etkisinin sıfırda veya olumsuz tarafta kaldığı söylenebilir. Peki aynı şey sermaye sınıfının bütünü ve çıkarları açısından da söylenebilir mi?

Sermayenin programı yürürlükte…

Açıklanan çerçeve, tek cümleyle ifade edilirse, Yeni Ekonomi Programı’na (YEP’e) geri dönüştür. Anımsayalım: YEP, IMF’siz bir IMF programı idi; sıkı para ve sıkı maliye politikalarının eşanlı olarak uygulanmasını ve anti-kriz önlemlerin faturasının geniş halk kitlelerine kesilmesini içeriyordu. Seçim konjonktürü nedeniyle sonbahardan itibaren askıya alındı. Şimdi programın aslına rücu etmeye çalışılıyor. Tabii bazı fireler, Eylül’e kıyasla ekonomi ve finansta ilave bozulmalar cabası.

Örnek verelim: YEP’te 2019 yılı bütçe disiplini 76 milyar TL’lik ek sıkılaştırma olarak (60 milyar TL kamu harcaması kısıntısı ile 16 milyar TL’lik vergi artışı şeklinde) tanımlanmıştı. Şimdiki açıklamada ise, 2019’un bütününde 44 milyar TL’lik bir sıkılaştırma öngörüyor. Neden? Çünkü artık geriye kalan 9 ay için program yapılıyor; dolayısıyla kısıntılarda da kısıntı yapılmak durumunda. Kaldı ki, seçimler için tanınan bazı vergi indirimleri Haziran sonu veya Aralık sonu vadelerine kadar gidiyor. Başka yerlerden vergi artışı yapılmayacak değil tabii, ama Eylül’deki hesaplar tutturulamaz.

Öte yandan, finansman kanallarının zedelenmesine ve risk primlerinin (CDS’lerin) yükselmesine yol açan Mart ayındaki kof meydan okumaların (22 Mart sonrasında kur artışını frenlemek için yurtiçi bankaların Londra’da yabancılara TL arzının kısıtlanması) etkisi de unutulmamalı. Artık Hazine veya şirketler daha yüksek risk primleri ödeyerek borçlanabilir durumdalar. Bu, yabancı yatırımcıların açıklanan programın somut araçları konusunda son derece kuşkucu olmalarına da yol açmış ve TL’yi daha da güçsüzleştirmiş gözüküyor. Bu nedenle, bu yazının yazıldığı Cuma günü “IMF ile temas kurulacak” haberlerinin ortaya çıkması şaşırtıcı değil.

Gelelim sorumuza: Sermaye açısından açıklanan program çerçevesi “dağ fare doğurdu” veya “içi boş bir program” olarak tanımlanabilir mi? Kesinlikle hayır. Bir kere program sermayeye, onun çıkarlarına dönüktür. Esasen ilgili bakan 10 Nisan sunuşunu yaparken, paketin hazırlanmasında “Ağustos ayından bugüne kadar” katkı aldıkları STK’lar kapsamında sadece sermaye kuruluşlarını saymıştır. Sermaye böyle durumlarda iki açıdan değerlendirme yapar: Bir, program krizin yükünü doğrudan veya dolaylı olarak kısmen kendisine taşıtmaya yöneliyor mu? İki, bundan sınıf olarak ek çıkarı var mı? Her iki soru bakımından da sermaye kesimleri rahattır. En az tahribat, en çok kazanç sağlanmaktadır. Kriz sürecinde bile “ne koparırsak kazançtır” ilkesi yürürlüktedir. Mesela, topluma dolaysız vergilerin arttırılacağı masalı söylenirken, bir yandan da şirketlerin dolaysız vergisi olan Kurumlar Vergisi’nin oranının azaltılacağı müjdesi verilmektedir! Öte yandan en çok dikkat çektikleri mali sistem sorunlarına ilişkin somut önlemler gündeme getirilmiştir.

…Ama, hep daha fazlası istenir

Bununla birlikte, kuşkuculuğu da elden bırakmak istemezler: Program çerçevesi içinde yer verilen yargı reformu gerçekten yapılabilecek mi, serbest piyasanın işlerlik güvencesi olan hukuk güvenliği (ve kuşkusuz seçim güvenliği) sağlanabilecek mi? İstanbul’da seçimlerin yenilenmesi gibi bir hukuk sapmasıyla ekonominin iki aylık ek bir tahribata uğratılması göze alınacak mı? Ekonomiye kaynak akışı yeniden sağlanabilecek ve risk primleri düşürülebilecek mi? Daha ehil bir ekonomi yönetimi oluşabilecek, tek adam yönetiminin aşırılıkları törpülenebilecek mi? Programın “cek, cak”lı vaadleri veya “dayanaksız hedefleri” başlama-bitiş zamanlarıyla birlikte ayrıntılandırılıp somutlanabilecek mi? Bunlar ve sermaye yönlü diğer “yapısal düzenlemeler” IMF şemsiyesi altında daha korunaklı bir patikada geliştirilebilecek mi?

Emeğin kazanımlarına saldırı

IMF patentli programların şaşmaz hedefi, krizin yükünü geniş halk kitlelerine taşıtmaktır. (Çünkü sermayeye taşıtma opsiyonu yabancı sermayeyi de kapsayabileceğinden, uluslararası finans kuruluşlarının tercihli yolu olamaz). İşçi sınıfı açısından dokunulamaz bir hak olarak görülen kıdem tazminatı uygulamasını bir “fon” sistemi içine atarak hem işlevinden saptırmak hem de devlete ve sermayeye ucuz finansman kaynağına dönüştürmek arzuları yeni değildir. Peki şimdi daha fazla ciddiye alma zamanı mıdır? Olabilir.

Bir kere, Hazine’nin kaynak sorunu bugün daha büyüktür. Entegre bir BES ve Kıdem Tazminatı Fonu’nun beş yıl içinde milli gelirin (MG) yüzde 10’u gibi devasa bir büyüklüğe eriştirilmesi hedefi, öncelikle Hazine’nin düşük faizli ve uzun vadeli yeni iç borçlanma kaynaklarına olan ihtiyacını göstermektedir. (Bu yüzde 10’un büyüklüğünü algılamak açısından, MG’e oranla vergi gelirleri yükünün yüzde 19,3’ten ibaret olduğunu veya tarıma yapılan tüm desteklerin MG’in yüzde yarımını bile bulmadığını anımsatmak yararlı olabilir).

İkincisi, bu entegre fonun “ekonomin dış kaynak ihtiyacını azaltacak” gerekçesiyle sunulması, ekonominin izleyen dönemde dış kaynak temininde zorlanacağı hesaplarıyla ilişkilidir.

Üçüncüsü, bu denli büyük bir fonun oluşturulması, bir yandan ancak yarı zorunlu BES’ten tam zorunlu BES’e geçilmesiyle, diğer yandan kıdem tazminatında rıza ilişkileri yerine zorlama ilişkilerinin ağır basmasıyla mümkündür; ki bunlar da ancak faşist baskıların yoğunlaştırılmasıyla gerçekleşebilir. AKP’nin şimdiki konumu, bu tür baskıları göze almasını daha olanaklı kılmaktadır. (Gerçi son seçimlerle uğradığı siyasi ağırlık ve meşruiyet kaybı bu konumunu zedelemektedir ama daha da saldırganlaşmasının kapısını da açmaktadır).

Program çerçevesi içinde yer verilen yargı reformu gerçekten yapılabilecek mi, serbest piyasanın işlerlik güvencesi olan hukuk güvenliği (ve kuşkusuz seçim güvenliği) sağlanabilecek mi?

Peki, iktidarın saldırganlığını frenleyebilecek bir sendikal direnç oluşamaz mı? AKP iktidarının önünü açmasıyla iyice palazlandırılan Hak-İş ve yönetiminin iktidar yanında tutum alması beklenebilir. Ancak bunun için, “işçilerin kazanımları zedelenmeyecek” aldatmacasının Hak-iş tabanını yatıştırabilecek şekilde pazarlanabilmesi gerekecektir. Başarılabilecek mi? Esas olarak AKP yanlısı konumlanmaları olsa da TÜRK-İŞ yönetimi için durum daha farklıdır. TÜRK-İŞ genel kurulunun kıdem tazminatı konusunda bağlayıcı kararı bulunmaktadır; dolayısıyla yönetimin tek başına belirleyebileceği bir konu değildir. Kaldı ki, yönetime bırakılsaydı dahi iktidar yönünde karar alamazdı, çünkü hem bağlı sendikaların hem de sendikalı üye tabanının tepkisi göğüslenemezdi. DİSK’in bu konudaki kararlı konumu zaten bilinmektedir.

İktidarın toplumsal tabanının zayıfladığı da dikkate alınırsa bunlardan çıkaracağımız sonuç, kıdem tazminatı fonu konusunun başka bir bahara kalma olasılığının yükseldiğidir. Bunu destekleyen bir gerekçe de sermayenin farklı kesimlerinin kıdem tazminatı konusunda uyumlaştırılmamış görüşlere sahip olmasıdır. Genel olarak sermaye kesimi, geçiş sürecinde bir başlangıç maliyetiyle (örneğin Fona geçmeden önce ücretlere bir kerelik bir kıdem tazminatı zammıyla) karşılaşmak istememekte; kıdem tazminatına prim ödemeyi ancak İşsizlik Sigortası Fonu (ki bunun adı artık fiilen İşveren Sigortası Fonu’na dönüşmüş olsa dahi) için kesilen işçi ve işveren paylarının azaltılmasına bağlamaktadır. Ayrıca, böyle bir kriz döneminde “iş barışının” bozulmasından da (sendikal tepkilerden) ürkmektedir. Ek olarak, mevcut kıdem tazminatı uygulamasının işçinin işyerine sadakatini arttırdığını düşünenler, mevcut durumda kıdem tazminatından herkes yararlanamazken önerilen modelde (yararlanma ilişkisi daha zayıf olsa dahi) tüm işçiler için prim kesileceğinden yakınanlar bulunmaktadır. Bakan Albayrak’ın sunuşunu yaparken, kurulacak entegre fon sayesinde “şirketlerin yeni yatırımlarını daha ucuza finanse edecekler” şeklinde sermayeye uzattığı havucun, bugünkü kriz dönemindeki zayıf etkisi veya sınıf çelişkilerini daha görünür kılma riskini taşıması nedeniyle çok hevesli alıcısı olmayabilecektir.

Bütün bunların gösterdiği, iktidarın dikkatini özellikle BES’i zorunluya dönüştürme üzerinde yoğunlaştırmaya (bunun için resmi emeklilik sistemini daha fazla aşındırmaya) verebileceği, daha iddialı entegre fon hedefini ise – belki işçi sınıfınının kararlığını test ettikten sonra- şimdilik erteleyebileceğidir.

Diğer “Yapısal dönüşüm adımları”nın anlamları

İktidar önceliğini finansal sektörün rahatlatılmasına verdiği, en somut ve hemen uygulanabilir önerilerini burada getirdiği görülmektedir. Sermaye güçlendirmesi kapsamında kamu bankalarına 28 milyar TL’lik özel tertip DİBS’in verilmesi, devamı gelebilecek bir operasyon olarak gözükmektedir; zira kamu bankaları iktidar tarafından çok hoyratla kullanılmıştır ve bilanço değerleri çok bozulmuştur. Her durumda burada kamunun borç yükünü arttıracak bir işlem yapılmakta, kamu bankalarının riski Hazine’ye (yani biz vergi mükelleflerine) devredilmektedir.

Özel bankalara yapılan takviye ise -temettü dağıtımın engellenmesini saymazsak- bazı sorunlu kredilerin bilanço dışı şirketlere aktarılması, böylece bankaların aktif kalitesinin arttırılması olmaktadır. Bu amaçla kurulması planlanan Enerji Girişim Sermaye Fonu ile Gayrimenkul Fonu’nun nasıl çalışacağı, bankaların riskinin Hazine tarafından devralınıp devralınmayacağı bilinmemektedir. Ama görünen şudur: Kriz reel sektörü vurmaktadır; döviz açık pozisyonları durumu daha da kötüleştirmektedir; enerji ve gayrimenkul sektörleri özellikle zor durumdadır; sonuçta finans sektörü risk altındadır ve önlemler acilen oraya yöneltilmektedir.

Vergi konusunda henüz netleşmemiş başlıklara hiç değinilmese de olur. Şu kadarını söyleyelim: Mesele, verginin tabana yayılması değildir çünkü zaten vergileri ödeyen geniş halk tabanıdır. Mesele, verginin sermayenin bütün kesimlerine yani ücret dışı gelir türlerine yayılmasıdır. Bu da vergilendirilmeyen alanların kapsanmasını (finansal varlıklar ve işlemler, taşınmaz değer artışları vs.) da gerektirir. AKP türü rantçı bir sermaye iktidarından bu tür adımlar beklenemez.

Tarımı desteksiz bırakan, tarımın tüm kurumsal düzeneklerini tasfiye eden bir anlayışın Tarım Kredi Kooperatifi’ne kurduracağı Sera A.Ş gibi bir garabet üzerinden enflasyonla mücadele programı açıklaması ise, bu iktidarın ciddiyetine dair bir umut kırıntısı besleyenleri bile artık abandone edebilecek türden bir niyet beyanı olmuştur.