Hardt “Sermaye kendi gelişiminin peşindeyken, zorunlu olarak kendi ilgasının silahlarını da geliştirmektedir. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sermayenin kendi mezar kazıcılarını yarattığını söylerken bunu ifade eder” diyor.

“Sermaye kendi mezar kazıcılarını yaratır”

Ulaş Bager ALDEMİR

Az da olsa varlığını sürdüren Covid-19 ile 2 seneden fazla süredir birlikte yaşıyoruz. Bu salgından çıkarılan pek çok ders de oldu. Bunların en görüneni ise kapitalist düzenin insanın hayatına olan düşmanlığı. Kapitalist devletler eve kapattıkları halkları maddi açıdan veya sağlık açısından desteklemede sınıfta kaldı. Piyasacı anlayış insanları bir başlarına bıraktı. Özelleştirilen, halktan uzaklaştırılan sağlık sistemleri pandemide insanları çaresizleştirdi. Yoksulluk ve işsizlik çok büyük bir hızla yükseldi. Dünyanın sayılı milyarderleri pandemide servetlerine servet katarken, dünyanın büyük bir kısmında yoksulluk hüküm sürdü. Çocuklar okuluna gidemedi, insanlar aşıya erişemedi. Batılı ülkeler aşı stokları, maske yarışlarıyla Doğu’ya ve Afrika’ya giden aşılara ve maskelere el koydular, stokladılar. Pandemi insanların hem fiziksel hem de psikolojik sağlığında ciddi bir hasara yol açtı ve varlığı hâlâ hissediliyor. ABD’li Marksist Düşünür Michael Hardt ile bu süreci, alınması gereken dersleri ve Marksist hareketi konuştuk.

Avrupalı entelektüeller bir süredir pandemiyi meseleyi tartışıyor. En çok da İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in yazdıkları gündeme geldi. Agamben, 17 Mart 2020’de yayımlanan Chiarimenti adlı yazısında “Hayatta kalmaktan başka ahlâkî değeri olmayan bir toplum nedir?” diye sordu. Siz, bu süreci; bilim, doğa, insansızlaşma ve kapitalizm gibi bağlamları da gündeme getirerek soracak olursam, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Giorgio Agamben benim de kendisinden çok şey öğrendiğim muhteşem bir filozof fakat sizin de atıf yaptığınız ifadesi gibi, pandemi konusunda söylediklerinin pek çok konuda kafa karışıklığı yarattığını düşünüyorum. Öncelikle halk sağlığı, tıp bilimi ve aşıların değeri konusundaki duruşuna kesinlikle katılmıyorum. Aşıların mümkün olan en geniş kapsamda erişilebilir ve kullanılabilir olması gerektiğini düşünüyorum ki bunu en iyi anlayabileceğimiz perspektif de tıp bilimi. Bu meselelere, bir kişisel haklar sorunu olarak bakılmamalı; bunlar halk sağlığı açısından, yani toplumsal bir perspektiften değerlendirilmeli. Bu bakış açısıyla da kitlesel aşılamanın, virüsün yayılmasını önlemek adına çok önemli bir araç olduğu açık. Dolayısıyla bana öyle geliyor ki, bu bağlamdaki daha doğru politik nokta, aşıların dünyanın her yerindeki insanlar için yeteri kadar sağlanamamış olmasıdır.

Bu konudaki pozisyonumu teorik bir çerçeveye oturtmak gerekirse, aşılamalar ve pandemiyle mücadele hususunda biyo-politik bir rasyonalite geliştirmenin, yani sağlığı geliştirmek adına nüfus ve istatistik bakımından düşünmenin uygun olacağını düşünüyorum. Bu itibarla tasarlanan bir biyo-politika yaklaşımı, kesinkes bir kötülükle değerlendirilemez çünkü siyasi mahiyeti, mevcut güç ilişkilerine ve konjonktüre bağlıdır. Biyo-iktidarın bütün gerici konuşlanmalarına karşı mücadelede –pandemiyi ve diğer pek çok meseleyi göz önünde bulundurarak– ilerici bir biyo-politika geliştirebiliriz.

ABD’li Marksist Düşünür Michael Hardt. (Fotoğraf: Wikimedia)ABD’li Marksist Düşünür Michael Hardt. (Fotoğraf: Wikimedia)

Diğer taraftan, Agamben’in pandemi sırasında devlet gözetiminin ve kontrolünün artmasıyla ilgili uyarılarını yerinde buluyorum. Kesinlikle devletlerin yeni güç gaspları için pandemiyle mücadeleden nasıl faydalandığını sorgulamalı ve bunlara itiraz etmeliyiz. Bununla birlikte, çeşitli devletlerdeki biyo-iktidarın güçlenmesini sorgulamak, devlet eliyle getirilen aşı zorunluluklarına ve diğer halk sağlığı önlemlerine karşı olduğumuz anlamına gelmez. Dediğim gibi, bu noktadaki mevcut durumumuzu politik olarak değerlendirmek gerekir.

Görebileceğiniz üzere, Agamben’in pandemiyle ilgili görüşlerini, en iyi ihtimalle ikircikli bulduğumu söyleyebilirim. Bence, örneğin Andreas Malm’ın pandemiyle mücadelede yapılan devasa harcamaların kapitalist devletle ilgili ortaya çıkardıklarına ilişkin polemiği çok daha ufuk açıcı ve faydalıdır. Küresel ölçekteki muazzam harcama düzeyi, devletlerin mali sınırlarıyla ilgili kabul ettiğimiz bütün gerçeklerin yanlış olduğunu ortaya çıkardı; örneğin yoksulluğu bitirmek, evrensel sağlık ve eğitim hizmetleri sağlamak için yapılacak harcamaların yıkıcı boyutta olacağına ilişkin kabullerimizi… Malum, özellikle pandemi dönemindeki küresel ekonomik aksiyonlarla aynı düzeydeki aksiyonların, insanlığın geleceği için çok daha büyük tehlike arz eden küresel iklim değişikliğinin sebepleriyle mücadeleye yönlendirilebileceğini savunuyordu.

Tabii ki Malm’a yönelteceğim sorular da var ama onun ortaya koyduğu polemiğin politik tartışma açısından Agamben’inkinden çok daha verimli olduğunu düşünüyorum.

15 Ocak 1919’da Alman Komünist Hareketi’nin öncü isimlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, freikorps birlikleri tarafından katledildiler. Rosa’nın o çok popülerleşen ama çarpıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen “Ya sosyalizm ya barbarlık” düsturu sizce ne ifade ediyor? 21. yüzyılda eşitlikçi bir dünya hayal etmek hâlâ mümkün mü?

Rosa Luxemburg’un Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya koyduğu uyarı, sizin de söylediğiniz gibi, özellikle Avrupa’da Ukrayna sınırlarında bir kez daha yükselen savaş tehdidi göz önünde bulundurulduğunda, yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmedi. Luxemburg’un zamanında, hâkim kapitalist güçler Avrupa’da yıkıcı bir emperyalistler-arası savaşa giriyor ve bütün insanlığı felakete sürüklüyordu. Bugün de egemen kapitalist güçler; savaşlar, iklim krizi, ırk ve cinsiyet tahakkümü, yeni faşizmler ve çok daha fazlası dahil olmak üzere barbar çıktılara daha az yönelmiş değildir. Bütün bu açılardan “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı, insanları yüzleştiğimiz tehlikelere karşı ve politik olarak harekete geçme gereğine karşı uyarmak için oldukça kullanışlıdır.

Bununla birlikte, günümüzde bu slogana sıkça eşlik eden apokaliptik argümanlara ihtiyatlı yaklaşıyorum. Evet, söylediğim gibi, ufukta görünen çok sayıdaki dehşetli tehlikeyle açıktan yüzleşmeliyiz. Fakat hâkim güçlerin insanlığı barbarlığa götürdüğüne dair apokaliptik okumalar, genellikle egemen gücün ve biyo-iktidarın her şeyi ele geçiren doğasına odaklanıp, alternatiflerin yalnızca mevcut toplumsal ilişkiler dışında aranabileceği imasıyla bunların tümden reddedilmesi gerektiğini ifade eder. Böylece, sosyalizm ve barbarlık arasında tamamen keskin bir ayrım varmış gibi görünür.

Fakat egemenlik eleştirisinden çok sermayenin eleştirisine odaklandığımızda bu sloganı başka şekilde görebiliriz, böylece Rosa Luxemburg’un uyarısını temellendirdiği Marx’ın anti-kapitalist eleştirisiyle yan yana getirebiliriz. Marx her zaman özgür ve eşit bir dünyanın, yani komünist bir geleceğin, eski toplumun kabuğundan gelişeceği görüşündedir. Yani komünist bir gelecek, kapitalist dünyanın her açıdan kesinlikle reddi üzerine değil, bir oranda kapitalist dönemin kazanımları üzerine inşa edilecektir. Farklı şekilde ifade etmek gerekirse, sermaye kendi gelişiminin peşindeyken, zorunlu olarak kendi ilgasının silahlarını da geliştirmektedir. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sermayenin kendi mezar kazıcılarını yarattığını söylerken bunu ifade eder.

Yani evet, mevcut toplumsal düzenin barbar yönelimlerine karşı çıkmak ve onun yerine özgür ve eşit bir toplum inşa etmek zorundayız. Fakat bu türden felaketlerle karşı karşıya kaldığımızda bile, gerçek bir alternatif yaratmak için en güçlü kaynakları, ne kadar barbarca olursa olsun, hâkim kapitalist toplumsal düzen içinde inşa etmek zorundayız.

Çeviren: Kerim Can Kara