Her dönemde iktidarlar sermaye ile daha yakın ilişki içinde olmuştur. Emek ve sermaye arasındaki kutuplaşmalarda, ülkemizdeki geçmiş iktidarlar çoğunlukla sermaye yanında tavır almışlardır.

Sermayenin iktidar ile değişen ilişkisinin ürünü olarak bir “Şanslı Beşli”

Öner Günçavdı

Son yıllarda iktidarın ekonomi politikasının başarısızlığı gibi, ilişki içinde olduğu sermaye grupları da kamuoyunun dikkatini çekmeye başladı. Belki bunda ekonominin kötü gidişinin ve seçimlerin yaklaşmış olmasının rolü vardır. Ama gerçek olan şu ki, bugün beş büyük müteahhit özelinde görünür olan bu ilişkiler, geçmişte iktidarların sermaye ile girdikleri ilişkilerden önemli farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle de özel bir ilgiyi hak etmektedir.


Son yıllarda işler iyi gitmeyince, tek adam rejiminin ülkemizdeki uygulamaları da, AKP iktidarının sermaye ile kurduğu ilişkilerini bozmuş ve kendi kontrolünde sermaye grubu yaratma gayretlerine hız verilmesine neden olmuştur. Batı’nın Rusya’daki sermaye gruplarının sahipleri olan iş insanlarının varlıklarını dondurması ve Rusya’ya yaptırım uygulaması, ülkemizde ortaya çıkan yeni sermaye grubunun Rusya’dakilerle karşılaştırılmasına, benzerliklerinin ortaya konulmasına vesile olmuştur. Bunda her ikisinin de piyasa mekanizmasının sınırlarını zorlayan bir çaba ile sermaye birikimi yapmaları ve bunu yaparken de devletin daima bu grupları gözetmesinin yarattığı benzerlik rol oynamıştır. Ancak doğal kaynak bakımından çok zengin olan Rusya’da, bu sermaye grupları yeteri kadar gelişemeyen piyasa mekanizması ve kurumlarını yerini ikame den bir niteliğe bürünmüştür. Ülkemizde ise bugün tartıştığımız “beşli” ve “imtiyazlı” iş insanları, hayli gelişmiş bir piyasa mekanizmasına rağmen, iktidar tarafından kamu kaynaklarının neredeyse “yağmalanır” gibi dağıtılmasıyla, oluşturulmuştur.

Her dönemde iktidarlar sermaye ile daha yakın ilişki içinde olmuştur. Emek ve sermaye arasındaki kutuplaşmalarda, ülkemizdeki geçmiş iktidarlar çoğunlukla sermaye yanında tavır almışlardır. Bunda göreli olarak sermayenin kıt olmasının, refah üretecek ekonomik politikaları uygulamak bakımından da iktidarın sermayeye duyduğu ihtiyacının önemi büyüktür. Serbest piyasa ekonomisinin sınırları içinde bir ekonomik model uygulanıyorsa, bu görüşe rehberlik eden ideolojilerin de yönlendirmesiyle, sermayenin önemi emeğe göre daha öne çıkmış, iktidarların sermaye ile olan ilişkileri daha çok önem kazanmıştır. Ancak ülkemizdeki uygulamalara bakıldığında iktidarların sermaye ile olan bu ilişkileri sermayenin “sahipliliğine” bağlı olarak zaman içinde değişkenlik göstermiştir.

Bugünden farklı olarak geçmiş iktidarlar sermaye ile ilişkilerini ağırlıklı olarak piyasa kuralları içinde, azami ölçüde hukuk gözetilerek yürütmeye gayret sarf edilmişlerdir. Çok daha önemlisi, bu ilişkilerin piyasa kurumlarına ve piyasa yapısının gelişimine engel oluşturmalarına, en azından benim bilgim dahilinde pek rastlanmamıştır. Her zaman iktidarların önceliği ülkede serbest piyasa mekanizmasının kural ve kurumlarını yerleştirmek olmuştur. Zaten ülkemizdeki kalkınma süreci de, daha çok piyasa mekanizmasının inşası ve “yapısal reform” başlığı altında piyasa kurumlarının oluşturulması olarak algılanmıştır. Ağır aksak bir hızda da olsa, bu konuda önemli başarılar elde edilerek 21. yüzyıla piyasa mekanizması ve kurumları gelişmiş bir ekonomi ile girilmiştir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye “hür dünyada” yerini aldı. Serbest piyasa ekonomisinin prensiplerini benimseyerek kalkınmayı ve bu yolla refah üretmeyi seçti. Bu ekonomik modelin siyasetteki yansıması olan “liberal demokrasi”, ülke ekonomik temellerinden mahrum olsa da, savaş sonrası Türkiye’nin hedefleri arasında yer aldı. Zamanla ülkenin kalkınması, ekonomik mekanizmaların ve kurumlarının oluşmasıyla birlikte, ağır aksak demokrasi alanında da gelişmeler yaşanmaya başlandı. Ancak bu gayretleri sahiplenecek sınıfsal kesimler olmayınca devlet bu gelişmeleri her zaman himaye etti.

Bu hedefleri benimseyecek sınıfsal gelişmelerin yavaş olması, bazen sekteye uğraması, toplumun sınıfsal gelişim dinamiklerinin de yavaşlamasına ve bu şekilde demokrasi yolunda geç kalınmasına yol açtı. Kanımca bunda devletin kendi korkuları da büyük rol oynadı. Bu yüzden emek ve sermaye arasında her zaman, kolay kontrol edebileceğini düşündüğü sermayeden yana tavır aldı. Zaman içinde sermaye sahipliliğinde farklılıklar yaşansa da, iktidar her zaman fiziki sermaye birikiminin yanında kaldı.

Örneğin kuruluş döneminde ülkenin temel sorunu kaynak yetersizliğiydi. Özellikle üretim faktörlerinden emek ve sermaye bakımından sermaye göreli olarak çok daha azdı ve ihtiyaç duyulan sanayi üretiminin için sermayeye ihtiyaç duymaktaydı. Devletin çok sermayesi olmasa da, sermaye birikimi gerçekleştirecek politika araçlarının kontrolüne sahipti. Bu dönemde girişilen sanayileşme ve kalkınma çabası “devletçilik” adı altında gerçekleştirildi ve devlet bir sermaye sahibi olarak karşımıza çıktı.

Onun için de sermayenin sahipliliğini, “devlet namına” idare edecek bir bürokratik yapı oluşturulmuş, iktidarın sermaye ile ilişkileri bizzat kendi kontrolü altındaki bu bürokrasi ile gerçekleştirilmiştir. Bu bürokrasiyi ülkemizdeki ilk sermaye grubu olarak düşünmek sanırım çok abartı olmayacaktır.

Bu dönemde serbest piyasa sisteminin tüm kurumlarıyla işlevsel olduğu söylemek doğru olmayacaktır. Aynı dönemde özel sektör daha çok ticari faaliyetlerle uğraşırken, sahip olduğu sermaye de niteliği itibariyle ticari sermayeydi.

Sermayenin sahipliliği açısından en önemli kopma çok partili hayata geçişle başladı. Bu şekilde bürokrasinin kontrolündeki sermayenin de tekeli kırılmış oldu. Demokrat Parti’nin ilk yıllarında, iktidarın daha çok ticari sermayeye yakınlığından bahsedilebilir. Fakat ilerleyen yıllarda sermayenin ticari faaliyetlerden sanayiye geçişini yönetemeyen Demokrat Parti, kendi iktidarının güvencesi olacak bir sınıfsal desteği üretmediği için iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır. O yıllarda ekonominin kurumsal çevresinin gelişmemiş olması, Türkiye ekonomisinin dünya ile bütünleşme düzeyinin yeterli olmayışı iktidarın siyasi mücadelede direnişini kıran önemli nedenleri oluşturmuştur.

Bugünkü iktidarın sermaye ile ilişkisini anlayabilmek için, Demokrat Parti dönemindeki iktidar sermaye arasındaki ilişkinin mahiyeti ve o ilişkinin kısıtları üzerinde durmanın yararı var. 1950’li yıllardaki ekonomik politikalar büyük ölçüde özel sektörün ticari nitelikteki sermaye birikimi üzerinde etkili oldu. Ancak bu sermayenin karlılığı değişen şartlara bağlı olarak azaldığında, iktidar sermayenin dönüşümünü gerçekleştirecek imkânları yaratamadı. Zira kamunun harcama politikasına sıkı sıkıya bağımlı olan bu sermaye birikimi, kamu maliyesi bozulup, ülke uluslararası ödemelerde zorluklarla karşılaşmaya başladığında sürdürülemez bir hale geldi. Böylece iktidarın kontrolü altındaki ticari sermaye, o günün ekonomik koşullarında zayıflayıp, güç kaybetmeye başlarken, onunla birlikte iktidar da güç kaybetti. Ülkenin sanayi mallarında artan dışa bağımlılığı ekonomide sanayileşmeyi ve bu şekilde dışa bağımlılığı azaltmayı zaruri kıldı.

Sermayenin ihtiyaç duyulan dönüşümü 1960’lı yıllarda gerçekleşti ve özel sektörün sanayi faaliyetlere girişinin önü açıldı. Sanayide hâlihazırda var olan devletin yanında özel sektör de, önceleri tamamlayıcı olarak yer aldı. Ancak hiyerarşik olarak bürokratik sermaye sahipliliğinin hâkimiyeti bu dönemde devam ederken, özel sektörle ilişkilerini bir iş bölümü içinde devam etmesi sağlandı.

Kamu ve özel sermaye arasından ilk önemli kopma ise dünya ekonomisinin kaosa içine sürüklendiği 1970’li yıllarda gerçekleşti. Aralarındaki tamamlayıcılık ilişkisi, rekabet ilişkisine evrildi. Özellikle ekonomideki azalan mali kaynaklar açısından özel sektör devlete rakip oldu. İdeolojik manada hem dünyada, hem de Türkiye’de piyasanın yükselmesi de, devlet bürokrasine karşı özel sermayesine güvence oluşturabilmek için öne çıkartıldı. Bu şekilde zamanla kamu sermayesinin tüketilip, ya da elde çıkartılarak tasfiyesi başladı.

Bu rekabet kamunun güç kaybedip, özel sermayenin ve piyasanın güçlenmesi ile sonuçlandı. Piyasa kurumu özel sektörün güvencesi olarak kamu bürokrasisi ile arasında güç dengesinin yeniden tanımlanmasını sağladı. Bu dönemdeki iktidar, özel sektörün uluslararası rekabet gücüne sahip kesimleri ile özel bir ilişki geliştirerek, ülkedeki kaynakları onlar lehine kullandı.

Bu ilişki 1990’larda sekteye uğradı. TL’nin konvertibilitesi ve 32 numaralı kararname ile sermayeye getirilen serbestlik, piyasa mekanizmasını güçlendirdi. İktidarın ise ekonomide kendi gücünü korumak için yabancı sermayeye gereksinim duymasına neden oldu. Bu şekilde, kamu ile özel sektörün mali kaynaklara erişim konusundaki rekabeti, en azından bir süreliğine giderilmiş oldu. Bu sermaye girişleri il birlikte kamunun aşırı kaynak kullanımı istikrarsız bir ekonomiye neden olurken, özel sektörün kendi sermaye birikiminin sürekliliğini tehlikeye soktu. Bu dönemde iktidarın sanayi sermayesi ile ilişkisi büyük ölçüde koptu. Ama aynı dönemde piyasa mekanizmasının ekonomideki etkinliği hâlâ vardı ve iktidarlara rağmen, gerek faiz gerekse enflasyon üzerinden ekonomideki kaynak kullanım tercihleri hakkında fikir edinilmesine imkân tanıyordu. Dahası piyasa, iktidarın ekonomideki yaptığı siyasi tercihleri sınırlayan bir fonksiyon görüyordu.

Bu dönem tarihimizin şu ana kadar olan en ciddi kriz ile sonuçlandı ve büyük ölçüde kamunun ekonomiden çekilmesi ile sonuçlandı. Ardından piyasa ve kurumlarını güçlendirecek reformlar hayata geçirilirken, aslında kamu elindeki sermaye stokunun da nihai olarak tasfiyesi bu dönemde gerçekleşti. Artık ülkedeki üretici sermayenin kontrolü özel sektörün eline geçmişti. Bu dönemdeki AKP iktidarı ise bu sermaye ile ilişkilerini güçlendirdi ve onun için piyasa mekanizmasını ve kurumlarını güçlendirerek, bu sermayeye önemli ölçüde bir güvenli bir ortam yarattı. 1946’dan itibaren gelişen özel sermaye grupları aynı zamanda ülkenin dış âlemle arasında köprü görevi görmeye, ülkenin ihtiyaç duyduğu döviz gelirlerini temin etmeye başlamıştı. Bu gruplar ülkemizdeki, dışa açık, evrensel değerleri benimsemiş, “geleneksel” sermaye grupları olarak düşünülebilir.

Maalesef iktidarın hırsları bu geleneksel sermaye grupları ile ilişkilerini zedeledi. Siyasi olarak gücün tek elde toplanmaya çalışması ve aldığı kararlara sermaye gruplarını koşulsuz bir itaat etmeye zorlaması bunda etkili oldu. Özel sektör açısında piyasa ve onun kurumlarının göstereceği tepki tek güvence kaynağı olarak ortaya çıktı.

İktidar açısından piyasa kurumlarının alınan kararlara vereceği tepkiler, ekonomide siyasetin sınırlarını belirleyen en önemli kısıt olarak görüldü. Özellikle bu sınır kamu kaynaklarının iktidarın tercih ettiği kesimler arasında mobilize edilmesinde çok daha belirgin bir hale gelecek ve iktidarın yavaşlatacaktır.
1980’lerden beri gelişen ve sermaye için önemli bir güvence oluşturan piyasa, 2000’lerin ortalarına doğru yavaş yavaş güç kaybetmeye başladı. Çok daha kötüsü iktidar kendi gücüne karşı rıza göstermeyen geleneksel sermeye ile bir türlü tekrar uzlaşamadı.

Zaten büyük ölçüde tasfiye olmuş ve bunda da bizzat AKP iktidarı rol oynamışken, geleneksel sermayeyi ikame etmeye yönelik kamu eliyle yeni bir sermaye birikimi sürecini hayata geçirmek pek mümkün görülmedi. Geçmişte kullanılmış olan bu çözümün, bugünün değişen dünya koşullarında gerçekleştirilip, sürdürülebilmesi çok daha zordu. Her şeyden önce ekonomi eskisi gibi dışa kapalı değil. Ayrıca kamu adına kamu sermayesini yönetecek vasıflı bürokratik bir yapı da mevcut değil.

İşte böyle bir koşulda, kaldığı kararları sorgulamadan itaat edecek bir sermaye grubuna ihtiyaç duyan iktidar, kamu kaynaklarını kullanarak, bugünlerde bahsi sıkça geçen “beşli” sermaye grubunu desteklemeye başladı. Bu sermeye, gücünü piyasa ve ona işlerlik kazandıran hukuki mevzuattan almaktan ziyade, tamimiyle iktidarla olan ilişkilerinden alan bir sermayedir. Geleneksel sermaye grupları gibi piyasa mekanizmasını bir güvence olarak değil, aksine rekabeti öne çıkartacak bir risk unsuru olarak görmektedir.

Bu özellikleri itibariyle ülkemizdeki kalkınma gayretleri kapsamında, birçok maliyet ödenerek oluşturulmuş piyasa mekanizmasının sınırları içinde faaliyet gösteren sermaye gruplarına karşı iktidarı yanına almış ciddi rakiptir. Hata geleneksel sermaye grupları için tek güvenceyi oluşturan piyasanın kapsamı dışında faaliyet gösteren hem piyasaya, hem de bu sermaye gruplarının işlevine darbe vuran bir birikim modelidir. Diğer bir deyişle “piyasa düşmanı” ve bugüne kadarki ekonomik kazanımlarımızı “hiç” eden bir sermaye oluşumdur. Ayrıca özel sermaye içinde de önemli bir kırılmaya işaret etmektedirler.

Bugün ülkemizde oligarşik bir yapı oluşturmanın nüvelerini oluşturan bu sermaye grupları, Rusya’daki oligarklarla bazı benzerlik göstermektedirler. Ancak o Rus oligarklar yeterince güçlü bir piyasa kurumunun olmadığı bir dönemde, o kurumun ikame edecek ve ülkedeki kaynak hareketliliğini yönlendirecek, ikame bir mekanizma olarak ortaya çıkmıştır. Ülkemizde ise bunlar, zaten var olan ve yeterli düzeyde gelişmiş bir piyasa mekanizması ve kurumlarına rağmen, iktidarın piyasa mekanizmasının işleyişine izin vermeyerek, sermaye üzerinde kontrol oluşturmak amacıyla oluşturulmuş bir sermaye grubudur. Devletten bağımsız var olabilmeleri mümkün değildir.

Çok daha önemlisi kamu kaynaklarından beslenen böyle bir sermaye birikim tarzının, aynı 1950’lerin sonunda Demokrat Parti’nin, tükenen kaynaklar nedeniyle işletilemeyen birikim modeline benzer şekilde, bugünde sürdürülebilirliği sorunludur. Dışarından borçlanmanın zorlaştığı bugünlerde, Beşli grubun temsil ettiği sermaye birikim modelinin de sürdürülebilirliği zorlaşmıştır. Dahası ülkedeki döviz kazanan, ama piyasa sınırları içinde faaliyet gösteren sermayeye bağımlılığı da artmıştır. Bunun için bile devletin arabuluculuğuna ihtiyaç vardır.

Ancak bu sermaye grubunun ülkemizde yarattığı en büyük tahribat, piyasa mekanizmasını ile birlikte bugüne kadar kalkınma politikalarının amaç olarak gerçekleştirilmesi gereken hususlardaki kazanımlarımızı hiçe sayması ve onca yıllık emeği yok saymasıdır. Siyasi olarak iktidara bağımlıkları, hâkim sermaye olarak dış dünya ile ilişkilerini sınırlayıp, hem kendilerinin hem de ülkenin evrensel değerlerden uzaklaşmasına vesile olmalarıdır.