AKP’nin adaletsiz vergileri, sermayeyi kollayan politikaları ve yaptığı özelleştirmeler halkı yoksullaştırdı. Bütün bu sermaye yanlısı politikalar ancak emekçilerin ve halkın örgütlü sınıf mücadelesiyle yenilebilir.

Sermayeyi ve AKP’yi sınıf mücadelesiyle yenebiliriz
TÜRKŞEKER’e ait 25 fabrikadan 13’ünün 2018’de özelleştirilmesi büyük tepkiye neden olmuştu. (Fotoğraf: DHA)

BirGün Politika Kolektifi

Halkın Acil Sorunları ve Talepleri - 2

Sermayeden yana ekonomi politikaları gerek özelleştirmelerle, gerek vergi düzenlemeleriyle zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul bırakıyor. İçinden geçtiğimiz enflasyon krizinin hem bu raddede ağır geçmesinin hem de çözülememesinin en önemli sebeplerinden biri de rejimin bu sınıfsal tercihi. Dolayısıyla hem pahalılık krizinin, hem gelir uçurumunun çaresi, kamulaştırma perspektifini içeren emekten yana bütünsel bir dönüşümü gerekli kılıyor. Toplumun Acil Sorunları ve Talepleri yazı dizimizin ikinci gününde, ülke ekonomisindeki arızaların toplumsal bölüşümde yarattığı sorunları ve olası önerileri konuştuk.

***

Profesör Oğuz OYAN: Sermaye sınıfını geriletmeden dönüşüm olmaz

Eğer sınıfsal desteğiniz varsa, niçin sistem içi düzenlemeler aşamasında kalasınız? Meseleyi sonuna kadar götürmezseniz, Latin Amerika örneklerinden çok da uzağa düşmezsiniz​.

Yaşanılan krize karşı kamulaştırma nasıl bir perspektifle çözüm olabilir?

Kamulaştırma ve devletleştirme kavramlarını hem ayrı ayrı hem de birlikte düşünmek gerekir. Dar anlamda, niteliği gereği kamusal olarak sunulması gereken toplumsal mal ve hizmetlerin üretiminin bu niteliklerine uygun biçimde devlet eliyle örgütlenmesi anlamına gelir. Aslında bazı mal ve hizmetlerin özel alanda üretilip sunulması da onların kamusal niteliğini ortadan kaldırmaz. Eğitim ve sağlık hizmetleri bunun en bilinen örnekleridir. Piyasaya da açılmış olsa bunların kamusal hizmet niteliği değişmez. Ancak, kamusal nitelikli hizmetlerin özel ellerde kâr amaçlı olarak üretilmesi bir çelişki doğurur. Bunların toplumsal niteliği zarar görür. Bu nedenle, sol bir programın öncelikleri arasında özel alanda üretilip sunulan kamusal nitelikli hizmetlerin de kamusal alana taşınması bulunacaktır/bulunmalıdır. Ama o zaman, daha iyi anlaşılmak bakımından, kamulaştırma kavramıyla devletleştirmeyi de içeren bir sürecin kastedildiği belirtilmelidir.

Daha geniş anlamıyla bakıldığında kamulaştırma, özel nitelikli mal ve hizmetlerin üretim-dağıtım süreçlerinin de kamu eliyle yapılmasını içerebilir. Kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) aracılığıyla yapılan üretim tam da bunun örneklerinden birini oluşturur (du). Burada da ikili bir ayırım yapılabilir. Bazı mal ve hizmetler doğal tekel olmaya öylesine uygundur ki, piyasaya bırakıldığında hızla tekelci bir yapıya neden olur veya mevcut yerli veya yabancı özel tekellerin elinde merkezileşir. Elektrik enerjisi gibi bütünleşik üretim-dağıtım yapılarını gerektiren mallar için de durum aynıdır. Bu tür mal ve hizmetlerin devlet tarafından üretilmesi, kapitalist sistemin mantığına da aykırı değildir.

Bu tür özellikleri olmayan yani “sıradan” piyasa malı niteliği taşıyan bazı mal ve hizmetlerin dahi devletin iktisadi işletmeleri tarafından üretilmesinin da mantığı yok değildir. Örneğin, gübre, tohum, yem vs. üreterek çiftçinizi yabancı tekellerin insafına bırakmak istemeyebilirsiniz. Destekleme alımı yapan KİT’ler ve kooperatifler aracılığıyla piyasada (ette, sütte, tütünde, şekerde, ayçiçeğinde, vs.) fiyat istikrarını sağlamak ve hem üreticiyi hem tüketiciyi piyasanın insafsız sömürü koşullarından kısmen korumak gibi hedefler güdebilirsiniz. Bunlar sosyal devlet ilkesinin uygulama araçları olabileceği kadar, iç piyasanın yabancı tekellere karşı korunması gibi ekonomik/siyasal amaçlar da taşıyabilir. Bu mekanizmaların tümünün de sistemin işleyişini sarsacak nitelikte olmadığı söylenebilir. Buna rağmen bu pozisyonları bugün sosyalist soldan başka savunabilecek bir siyasi odak kalmamıştır. Bununla birlikte, sosyalist solun kamulaştırma/devletleştirme hedeflerinin çok daha kapsamlı ve radikal bir biçimde tanımlanması gerekecektir.

Zenginliğin eşit ve adil bölüşümü için atılması gereken adımlar neler?

Zenginliğin eşit ve adil bölüşümünü sağlamak ne kapitalist sistemde ne de onun 40 yıldır dünyaya egemen olan neoliberal düzenleme rejiminde mümkündür.

Sistem içinde kalınarak yapılabilecek şeyler kuşkusuz var. Örneğin, adil yük dağıtan bir vergi sistemi oluşturmak, bu vergi sisteminde sermaye gelirleri için dik artan oranlı bir tarife yapısına geçmek; sisteme gerçek servet vergilerini taşımak; sermayeye dönük vergi ayrıcalıklarını sistemden ayıklamak mümkün. Yine kamu harcamalarını/hizmetlerini sermayeden ziyade geniş halk kesimlerine yönlendirmek; geniş bir KİT sistemini bölgeler ve sınıflar arası bölüşüm eşitsizliklerini düzeltmek için kullanmak; sermayeye ve komisyoncu siyaset esnafına çalışan yolsuzluk sistemini sonlandırmak gibi liste uzayabilir.

Bununla birlikte, bu saydıklarımız kadarının bile ancak sermaye sınıfının kolunun bükülmesiyle mümkün olabileceğini unutmamak gerekir. Bu, sert bir sınıf savaşını gerektirir. Eğer böyle bir savaşa girecek sınıfsal desteğiniz varsa, o zaman niçin sistem içi düzenlemeler aşamasında kalasınız? Çünkü meseleyi sonuna kadar götürmezseniz, sürekli geri saran Latin Amerika örneklerinden çok da uzağa düşmezsiniz.

***

Akademisyen F. Serkan ÖNGEL: Emeğin acil talepleri​

Bu süreçte kamu hizmetleri piyasanın egemenliğine terk edilmiş, tarım alanında hızlı bir çözülme yaşanmış, halkın birikimleri ile kurulmuş kamu işletmeleri elden çıkartılmıştır​.

Türkiye hem ekonomik hem de siyasi açıdan büyük bir krizin içindedir. Bu kriz özellikle cumhurbaşkanlığı sistemi sonucunda derinleşmiştir. 12 Eylül 1980 askeri cuntasının, işçi sınıfının örgütlü iradesini kırmak ve yasal sınırlar içine hapsetmek üzerine kurduğu sistem, en ağır sonuçlarını AKP hükümetleri döneminde, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, özelleştirmeler, istihdam yapısındaki parçalanmanın etkisi ile yaratmıştır. Sendikal örgütlenmeler hem nicel hem de nitel anlamda gerilemiştir. Uluslararası para akışlarının ve kurulan kredi sisteminin etkisi ile yaşanan genişleme, AKP iktidarının neredeyse tek kale maç yaptığı bir ortamın zeminini oluşturmuştur. Bu süreçte eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu hizmetleri piyasanın egemenliğine terk edilmiş, tarım alanında hızlı bir çözülme yaşanmış, halkın birikimleri ile kurulmuş kamu işletmeleri elden çıkartılmıştır. İstihdam alanında gündeme gelen politikalarla taşeron çalışma başta olmak üzere, atipik istihdam biçimleri yaygınlaşmış, esnek çalışma biçimleri hâkim hale getirilmiştir. Emeklilik hakkı sisteme yeni girenler açısından neredeyse olanaksız kılınmış, bireysel emeklilik sistemi, kamu emeklilik sisteminin, önce tamamlayıcısı sonra ise bir alternatifi olarak inşa edilmeye başlanmıştır. 2016 yılında yaşanan darbe girişimi sonrasında, OHAL koşullarında yaşanan rejim değişikliği ile tüm yetkinin tek kişiye devredilmesi, toplumun örgütlü davranma becerisinin zayıfladığı bir ortama imkan sağlamıştır. Demokrasinin sandığa sıkıştırıldığı, toplumun örgütlü kesimlerinin her türlü eyleminin bastırılmaya, karalanmaya çalışıldığı bu dönemde, derinleşen ekonomik krizin, hayat pahalılığının yarattığı hoşnutsuzluk birikmektedir. Seçimlere giderken Cumhurbaşkanı Erdoğan, geniş emekçi kesimlerin, düne kadar kulaklarını tıkadığı taleplerine cevap aramaktadır. Toplumda biriken hoşnutsuzluk, Erdoğan ile halk arasında görünmeyen bir pazarlığa dönüşmüştür. Emeklilikte yaşa takılanların taleplerinin dikkate alınması, emekli ve memur zamları sonrasında gündeme gelen iyileştirme, asgari ücret artışı, bu görünmeyen pazarlığın bir sonucudur. Seçim yatırımı olduğu açık olan ve bir türlü toplumdaki hoşnutsuzluğu yatıştıramayan bu hamleler, işçi sınıfının ve emeğin acil taleplerini görünmez kılmaktadır. İşçi sınıfı, bir yanda işsizlik tehdidi, diğer yanda barınma ve beslenme sorunları, ağır çalışma ve hayat pahalılığı koşulları altında, insanca yaşam, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ücretsiz, nitelikli kamu hizmetlerine erişim, örgütlenme, adalet arayışı içindedir.

Bu dönemde, çalışma sürelerinin kısaltılması, ücretli izin sürelerinin artırılması, sendikal hak ve özgürlükler önündeki engellerin kaldırılması, düşünce özgürlüğünün teminat altına alınması, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) işçi örgütleri tarafından denetlenmesi, enflasyon hesaplamasında farklı gelir gruplarının harcamalarının dikkate alınması, asgari ücretin ve emekli ücretlerinin insanca yaşanacak bir seviye yükseltilmesi, ücret artışlarında üretimdeki artışın ve refah payının dikkate alınması, iş güvencesinin niteliğinin ve kapsamın genişletilmesi, kamu girişimciliğinin yeniden hayata geçirilmesi, kamu hizmetlerinin kamu yararı doğrultusunda yeniden yapılandırılması, kadınların, gençlerin, göçmenlerin işgücü piyasalarında karşılaştığı zorlukların giderilmesi, bakım hizmetlerinin kamusal bir sorumlulukla ele alınması işçi sınıfını acil talepleri içinde yer almalıdır.

2021’de vergi daireleri önünde yapılandırma kuyrukları olmuştu. (Fotoğraf: DHA)2021’de vergi daireleri önünde yapılandırma kuyrukları olmuştu. (Fotoğraf: DHA)

***

Akademisyen Anıl ABA: Dijital alanda da kamulaştırma​

YemekSepeti, Getir, Martı, Trendyol, Gardrops vb. internet şirketleriyle rekabet edecek kamu teşebbüslerinin kurulması, mobil uygulamaların geliştirilmesi önemli başlıklar olmalı.

Özelleştirme AKP ile başlamadı. Biraz geriye gidersek halktan çalışanları nasıl özetleyebiliriz?

Neoliberalizmin sac ayaklarından biri olan özelleştirmeler başlamadan evvel KİT’lerin Türkiye GSYH’si içindeki payı yüzde 15’e, sabit sermaye yatırımı içindeki payı yüzde 50’lere, toplam istihdamdaki payı yüzde 4-5’e ve vergi hasılatı içindeki payı ise yüzde 35’e kadar ulaşmıştı. Yani kamu iktisadi teşebbüsleri ülke ekonomisinin çok önemli bir bölümünü teşkil ediyordu.

Turgut Özal ile başlayıp doksanlarda biraz yavaşlayan, sonrasında tek partili AKP döneminde adeta ışık hızına ulaşan özelleştirme dalgaları sonucunda başta TÜPRAŞ, Ereğli Demir Çelik, PETKİM, Türk Telekom, TÜMOSAN, Sümerbank, TEKEL, SEKA, Paşabahçe, Beykoz Deri ve Kundura, Merinos ve Sabiha Gökçen Havaalanı olmak üzere milyarlarca dolarlık özelleştirme yapıldı. Otellerden limanlara, tersanelerden SSK eczanelerine, santrallardan banka hisselerine, gaz şirketlerinden şeker fabrikalarına kadar sayısız sektörde kamuya ait sayısız şirket ve hisse özel şahıslara ait özel şirketlere peşkeş çekildi. Özelleştirmelerin tamamına yakını yok pahasına, birkaç senelik gelirine veya piyasa değerinin çok altında fiyatlarla yapıldı. Değerinde yapılan özelleştirme yok denecek kadar azdı.

Bunlar halkın emeği, halkın tasarrufu, halkın birikimi ve halkın sermayesiydi. Tek amacı kâr etmek olmayan, tekel fiyatı belirlemeyen, kapitalistin kârını değil tüketici fazlasını maksimize edecek fiyatlamalar yapan kurumlardı. Planlı eskitme yapmayıp dayanıklı tüketim malları üreterek düşük fiyatla sattıkları için birçok özel şirket fahiş fiyat belirleyemiyordu. Dolayısıyla bugün marketlerde, dükkanlarda, mağazalarda gördüğümüz fahiş fiyatların her ne kadar temeldeki nedeni AKP’nin yıllardır uyguladığı çarpık ekonomi politikalarıysa da bir diğer nedeni de bu fiyatlara bir gem vuracak kamu işletmelerinin olmamasıdır.

Rejim ve özelleştirme ilişkisini nasıl anlamak gerekir, buna karşı üretilebilecek halktan yana toplumsal talepler neler olabilir?

Çok açık ki AKP’nin “Yeni Türkiye” rejimi halktan alıp sermaye sınıfına aktaran, yani yoksuldan alıp zengine veren, adeta bir tersine Robin Hood rejimi olmuştur. Halkın ürettiği onlarca yıllık zenginlik ve üretim kapasitesi artık birkaç haraminin servetidir. Bu yüzden kısa vadede ve acil olarak yükseltmemiz gereken talep kamulaştırma olmalıdır.

TÜPRAŞ, Türk Telekom, TEKEL, SEKA, Ereğli Demir Çelik ve THY gibi büyük ve stratejik şirketlerle başlayarak, tıpkı AKP’nin yaptığı gibi, kademe kademe, önem sırasına göre, kamulaştırma planları yapılmalıdır. Derin bir kriz çıktığında ya da batmasına izin verilemeyecek kadar büyük şirketler iflas bayrağı çektiğinde Amerika’da bile devlet bu şirketleri kamulaştırıyor (bkz. Bank of America). Son zamanlarda Türkiye olağanüstü bir ekonomik, siyasi ve toplumsal travma yaşıyor. Bizim, özelleştirilen bu kurumları kamulaştırmak için zarar etmelerini bekleyecek lüksümüz de yok dermanımız da…

Tabii bu planlar sadece özelleştirilen eski kurumların yeniden kamulaştırılmasıyla kalmamalı. Son 20 yılda dijitalleşen dünyada üretilen ekonomik değerin giderek artan oranda bir bölümü artık dijital alanda üretiliyor. Bu yüzden Biletix, YemekSepeti, Getir, Martı, Trendyol, Dolap, Gardrops vb. internet şirketleriyle rekabet edecek kamu teşebbüslerinin kurulması, mobil uygulamaların geliştirilmesi de bizim için çok önemli. Tüm bu kamulaştırmalar ve yeni kamu girişimleri hem artan işsizlik hem durağan seyreden toplam talep hem de fahiş fiyat gibi problemlerin çözümünde çok büyük katkı sağlayacaktır. Yani Türkiye’nin içinde olduğu travmadan çıkış yolunda kamulaştırma vazgeçilmez bir talep olmalıdır.

***

Büro Emekçileri Sendikası Genel Başkanı Bahadır BERDİCİOĞLU: Vergi reformu için rejim değişimi şart

TÜİK’in açıkladığı oranlar, bir yandan gelirlerimizi reel olarak düşürürken, diğer yandan üzerimizdeki vergi yükünü artırıyor, taleplerimizin anlamını yitirmesine neden oluyor.

Ülkemizdeki vergi siteminin temel probleminin başında vergilendirme yöntemleri geliyor. Başta KDV ve ÖTV olmak üzere dolaylı vergiler toplam vergi gelirleri içerisinde yüzde 70’i geçmiş durumda. Dolaylı vergiler herkesten aynı oranda alındığından bir yandan vergi adaletsizliğine kaynak teşkil ederken, gelir dağılımı eşitsizliğini de derinleştiriyor. Kazanç ve servet üzerinden alınan vergilerde ise yine aslan payı emekçilere ait. Emek ve sermaye aynı gelir vergisi tarifesi ile vergilendirilirken, patron için tanınan istisna ve muafiyetler ücret gelirleri için uygulanmıyor. Sık sık çıkarılan vergi afları sistemin çarpıklığını ortaya koyarken, vergi denetimi yerini matrah, stok artırımı varlık barışı gibi mekanizmalara bırakmış durumda, siyasi iktidar vergi denetim yetkisini paraya tahvil ederken, vergi kayıp ve kaçakları her geçen gün artıyor. Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve enflasyonist dönem emekçiler üzerindeki vergi yükünü artırıyor. Dolaylı vergilere dayalı sistemde mal ve hizmetlerin fiyatı arttıkça vergi gelirleri de arttığından enflasyonist dönem emekçilerin vergi yükünü daha da artırıyor.

Kamu hizmetleri her geçen gün daha fazla piyasalaştığından ve israf ve yolsuzlukların sonu gelmediğinden, toplumda vergiye karşı bir direnç söz konusu olurken emekçilerden toplanan vergilerin bütçe aracılığı ile sermayeye kaynak olarak aktırıldığı bir mekanizma oluşmuş durumda.

Başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerine kaynak ayırmayan iktidarların kur korumalı mevduat hesabı gibi sermayeye kaynak aktaran harcamalara sıra geldiğinde ne kadar bonkör olduğunu yakın zamanda yaşayarak gördük. Sendika olarak yıllarca asgari ücretin vergi dışı bırakılmasını, tüketilmesi zorunlu mal ve hizmetlerden dolaylı vergilerin kaldırılmasını, yoksulluk sınırı rakamlarının yüzde 10 olarak sabit bir orandan vergilendirilmesini, vergilerin dolaylı değil doğrudan kazanç ve servet üzerinden alınmasını, bütçe süreçlerinin açık, şeffaf ve katılımcı bir anlayışla yürütülmesini savunduk. Gelinen noktada sözün bittiği yerdeyiz. Türkiye’nin en büyük işverenine dönüşmüş olan TÜİK’in enflasyon oranlarını maniple ederek açıkladığı oranlar, bir yandan gelirlerimizi reel olarak düşürürken, diğer yandan üzerimizdeki vergi yükünü artırmakta, kimi durumlarda ise taleplerimizin anlamını yitirmesine neden olmaktadır. Ülkemizin etkin bir vergi reformuna ihtiyacı olmakla birlikte bu reformun ön koşulu, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak ifade edilen bu tek adam sisteminden kurtulmaktan geçiyor.