Yeni romanı Sana Kim Sarılacak ile okuyucularıyla buluşan Çağnam Erkmen, “Sert yazmayı değil, otosansürsüz yazmayı önemsiyorum. Gerçek kurmacayla bütünleştiğinde daha etkileyici, daha sarsıcı. Bir hayat gerçeğini ifade edebilmek için retoriğe sığındım. Gerçekler ancak sanatla, uyuşmuş insanı sarsıyor” diyor

“Sert yazmayı değil, oto sansürsüz yazmayı önemsiyorum”

Merve Yakut

"Bir kadın amaçsızca dolaşmaya çıkmaz, geride kalanları habersiz bırakamaz. Kadınlar her zaman çanta taşır. Çantalı olma hâlidir kadının acıklı yanı." Aniden ve Hepsi Birden, Yok adlı öykü kitaplarıyla, Öl ve Yıldızfer adlı romanlarıyla tanıdığımız Çağnam Erkmen ile geçtiğimiz haziranda Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan yeni romanı Sana Kim Sarılacak? üzerine konuştuk.

Romanının adıyla başlayalım isterim. "Sana Kim Sarılacak?" sorusu hiç sarılmayan anneye mi hiç sarılmadan büyümüş çocuklara mı soruluyor? Belki hepsine?

Sarılma ve kucaklamalarda iki kişi arasında sadece onların hissedebileceği bir veri aktarımı oluşuyor. Temasın şiddeti, yakınlığın tedirginliği, isteklilik ya da çekimserlik, diğerine ulaşma isteği veya uzaklaşma mesafesi anlaşılıyor. Her temas, dokunulan kişi ile ilgili sadece dokunurken anlayacağınız gizli bilgiler ve şifreler içeriyor. Kucaklarken itenlere rastlamışızdır. El sıkışırken kuvvetle sıkanlar olduğu gibi, elini boşluğa bırakanlar da var. Hücrelerinde depolanmış sırlarını vermek istemeyen biri yakınlaşmaktan çekinir. Dokunmak, ötekinin tenine değmek, duyusal bilgi aktarımıdır.

Birisi, hakkınızda bilgi sahibi olduğunda üstünüzde güç elde eder. Uzaklık kimi durumda saklanma hasletidir. Sarılmayanlar sırlarını da paylaşmaz. Kendini aktarmaktan kaçınanların yaydığı gerginlik ya da huzursuzluğun zamana yayıldığı süreçte iletişimde kimin fail olduğu çoğu kez anlaşılmaz. Birinin size tepkisi olduğunu sandığınız andan itibaren artık siz de tepkili davranmaya başlarsınız. Bu kişi size daha önce tepkili olmasa bile artık siz de tuhaf davranmaya başladığınız için samimiyetten uzaklaşacaktır.

Romanda soru anneye sorulmuş gibi gözükse de çocuklarına, özellikle büyük kızına da soruluyor. Kız da annesinin özelliklerini taşıdığı için aynı uzaklık mesafesini korumakta beis görmediğinden, etki tepki çığı, yıllar içinde büyüyor. Ve muhtemel iletişimsizliğin inkârı ikisini de kapsıyor.

Sana Kim Sarılacak?'ın belkemiğini anne-kız ilişkisi / ilişememesi / hesaplaşması oluşturuyor. Anneyle kurduğumuz bağ neden çok önemli?

Annenin bedeni doğum öncesi ve sonrasında insan yavrusunun dünyayla ilgili fikir edineceği ilk mekândır. Oradaki sesler, titreşimler, kokular, bebeğe nerede olduğu ile ilgili bilgiler yükler. Kucaklanma ve temas esnasında bebek, ihtiyaçlarına karşılık veren, onu gözeten annenin yüzünde kendini tanır. Lacan’ın "ayna evresi" teorisine göre; bir bebek kendi olduğunu ancak ayna ile temas ettiğinde öğrenir. Daha önce annesinin yüzünde kendisini görmüş, duygusunu kendi bedeninden olmayan birinden öğrenmiş, annenin mimiğini ve jestini taklit etmiştir. Bebek, ayna evresinde annenin bir uzvu olmadığını anlar, bireyleşir. Bu doğal süreçte, evladın kendi kendine uçabileceği zamana dek anne kucağı güvenli mekân olmaya devam edecektir. Her anne ve çocuğun ritmi elbette farklı. Romanda, kucaktan erken indirilen çocuk pekiştiremediği cevaplar ve eksik kalanlar için o kucağa defalarca geri dönmek ve sorgusunu tekrar etmek zorunda kalmıştır. Anneyle kurulan bağın tamamlanmaması insan yavrusunun yazgısını da etkilemiştir.

Sana Kim Sarılacak?'ı tanrı anlatıcıyla yazman dikkatimi çekti. Bu tercihinin nedenini merak ediyorum. Bu tercihin romana hangi yönleriyle hizmet etti?

Dil seçimi benim için sancılı oluyor. Bu romanda birkaç kere dil değiştirerek nasıl algılanacağına baktım. Sana Kim Sarılacak’ın dili için tam olarak "tanrısal dil" diyemem. Tanrı anlatıcı tüm karakterlere eşit mesafede kalabilen, sözde adaletli bir gözlemci gibi davranır. Tanrısal dil yerine, kahramanlarımın omzuna konan şüpheci bir kuş gibi kurguladım anlatımı. Kuş kimin omzuna konduysa onun yanlı bakış açısıyla konuşacaktı. Dolayısıyla tanrı anlatıcı dilinin tarafsızlığından uzaklaştım. Ruh değiştiren tek dil ile aynı anda birden fazla karakterin duygusunu acımasızca deşebildim. Daha önceki romanda, konusu da buna müsaade ettiği için, ‘ben’ dili kullanmıştım. ‘Ben dili’ kolay gibi algılanmasına rağmen kahramanın at gözlüğünden bakan tünel bakışıyla sınırlıdır. Tanrısal dile yakın ama dönek bir dil kullandığımı düşünüyorum. Hem seven hem döven, sinüzoydal duygulanımlı, kafası karışmış, düşüncelerinin sağlamasını yapmak için hem anneyi hem kızını rezil etmekten utanmayan bir anlatıcı bu.

Romanında dikkatimi çeken başka bir nokta, tezatların varlığı. Ayla toprağa bağlı bir kadınken, Nevzat denizlere ait bir kaptan. Başka bir deyişle kadın, bulunduğu yere hapsedilen, özgürlüğü elinden alınan. Erkek ise sonsuz özgür. Bu tezat üzerine neler söylemek istersin?

Bunun en önemli sebebi elbette doğurganlık. Annelik. Anne, evladını doyurmak ve ayağa kalkana kadar kucağında tutmak zorunda olduğundan, dışarıdan lojistik destek görevini otomatikman erkek yerine getiriyor. Doğanın ona atadığı üremenin ev sahipliği görevi ile elbette kadın, toprağa köklenendir. Kadın, biyolojisinin laneti yüzünden flaneur (aylak gezen kişi) değildir. Hatta bu kelimenin Fransızcada sadece maskülen (eril) ifadesi var. Flaneuse (dişil anlam) kelimesi Fransızcada yok. Eski zamanlarda sokakta amaçsızca dolaşan kadın, "fahişe, çamaşırcı, temizlikçi" gibi düşük statüden birileriydi. O zamanlar soylu kadın kupa arabasında, perde arkasındaydı. Şimdi bile sokaktaki kadın ya bir yerden bir yere giden (işine, görevine) yolcu, ya yürüyüşteki alışverişçi veya spor yapan koşucudur. Bir kadın amaçsızca dolaşmaya çıkmaz, geride kalanları habersiz bırakamaz. Kadınlar her zaman çanta taşır. Çantalı olma hâlidir kadının acıklı yanı. Çantanın içinde zaruri eşyalar vardır. Eli cebinde dolaşan erkektir. Bu açıdan bakarsanız da özgür değildir. Kendine atadığı görevleri yüzünden gitse de dönecektir. Özgürlüğü yularının uzunluğuna göre azalıp fazlalaşabilir. Medeniyet yerleşik kültürle gelmiştir. Gidenler yağmacılardır. Özgürlük biraz da budur. Açıkçası yazarken bu şekilde metaforlara yaslanmadım. Roman doğal olarak o şekilde kurgulandı ama şimdi açıklarken havalı bir benzetme olduğunu da fark ettim.

Sana Kim Sarılacak?'ın en güçlü taraflarından biri de eril şiddeti çok çarpıcı detaylarla anlattığın kısımlar. Ayla bu şiddete yıllarca tahammül ediyor, başka bir hayat inşa etmek için eyleme geçmiyor. Ayla özelinde birçok kadının yarası bu... Yeni bir hayata kaçmak, tahammül etmeyi bırakmak neden bu kadar zor?

Eril şiddeti çocukluğumda ve gençliğimde yakından gözlemledim. O yüzden, yazarken gerçeğe çok yakın betimlemeler yaptığımı düşüyorum. Şiddete neden katlanılır, asıl soru bu. Neden bunca şiddet gören kadın işkenceye tahammül eder? Üstelik şiddet yabana atılır cinsten bir darp da değil. Sadece bizim ülkemizde değil başka ülkelerde de eril şiddet var. Sebepleri biraz olsun hissettirebilmek için bir roman kurgulamak icap etti maalesef. Şiddet uygulayan o iğrenç erkek bir zamanlar muhteşem bir âşık, aşırı korumacı bir centilmendir de çoğu kez. Her taciz bir koruma vaat eder. Saf romantizmin sisi dağıldığında, kadın ölesiye bağlandığı adamın sandığı kişi olmadığını anladığında, geri dönüşü zor bir yola yola çıkmış, alışkanlıklarla, zorunluluklarla bağlanmış, bazen Stockholm sendromu ile kopamaz duruma gelmiş, ruhen hastalanmış, âcizleşmiş buluyor kendini. Bazen yardım dilendiği dostlar destek vermiyor, kadına inanmıyor. Çığlık atmaya utanıp kimseye söyleyemiyor, çaresizlikten başka erkeklere yaslanarak kolay yola sapıyor, orospulukla yargılanıyor. Maddi gücü kaçmaya elvermiyor. Çocukların bakımı yüzünden tacizcisiyle organik bağlarını kopartamıyor. Panikle hata yapıyor bazen, suçlanıyor, değersizleştiriliyor. Öyle çok sebep sonuç ilişkisi var ki saymakla bitmez. Ayla da zaman içinde yukarıda saydığım nedenleri karışık sırayla tecrübe ediyor.

Karakter adları oldukça dikkat çekici. Ayla ve Nevzat'ın çocuklarına ağaç adları vermişsin, bir çocuk hariç: Yaprak. Yapraklar dökülür, savrulur, yiter. Bu hikâyede en çok savrulan, ruhunu yitiren Yaprak belki de?

Yaprak bir kendiliğindenliğin tohumu, üzerine düşünülmemiş, doğadan gelen çocuk. Aşkın da tohumu. Aşk her zaman kısa süren bahardır. Dirimdir, uçuşur gider. Yaprak kısa sürmüş baharı temsil ediyor. Hikâyede Yaprak yönetmeyi muktedirlik sandığı şiddetle savruluyor. Döne döne, çarpa çarpa.

Romanını okurken, bilhassa hastane odasında geçen bölümlerde, Simone de Beauvoir'ın Sessiz Bir Ölüm adlı kitabını anımsadım. Her ölüm sessiz değildir elbet. Bana kalırsa, Ayla'nın ölümü çok sesli. Ayla'nın sevgisizlik gösterilerinde dahi, esasen büyük bir gürültü, bir haykırış var: "Beni görün" diyen bir ses bu. "Size anlatamadığım nice acılar çektim." Ne dersin?

Beauvoir’ın bahsettiğin kitabını okumadım. En kısa zamanda okuyacağım. Her okur, kitabı bir kez daha yazar, diye düşünürüm. Nitekim sen de farklı algılamışsın. Aksine annenin ölümü çok sesli değildi. Anne yaşadığı gibi sessizdi. ‘Beni görün’ çağrısı yoktu. Tüm huysuzluğu, aksiliği, uzaklaşma mesafesinin azalmasıydı. Tıpkı araçlardaki makul takip mesafesi gibi insanlarla arasına tehlike yaratmayacak, tedbirli bir uzaklık koymuştu. Hastalığı ve zayıf düşmesiyle kişiliğini insanlara karşı koruyan bariyerler otomatikman kalkmış, münzeviliğinin konforunu yitmişti. Ayla, aksine, beni görmeyin, diyordu. Görülmekten ve izlenmekten o güçsüz hâliyle bile hoşlanmıyordu.

Bir önceki romanın Yıldızfer’de tekerlekli sandalyeye bağlı bir karakter vardı. Sana Kim Sarılacak?’ta Ayla'nın da bir nevi tekerlekli sandalyeye bağlı olduğunu, ormanın içindeki evinde sıkıştığını düşünüyorum. Biz yazarlar, başka bir hayatın arzusuyla kıvranan, özgürlüğe teşne karakterler yazmaya mı meyilliyiz en çok?

Diğer yazarları bilmiyorum ama ben genellikle üzerine düşünmek istediğim, şaşırtıldığım ya da şaşırdığım andaki katatoni hâlimi bozmak için yazıyorum. Âdeta üzerimdeki karmaşanın kara büyüsünü bozmak için muska karalıyorum. Yazarken düşünüyorum. Bir böceğin kanatlarını, bacaklarını, uzuvlarını ayırır gibi sadistçe parçalıyorum olguları. İntikam alır gibi kahramanlarıma hoyrat davranıyorum. Gerçeği dile getirmek için onları hikâyeleştiriyorum. Yoksa salt gerçek, acısıyla bizi öldürürdü herhâlde. Ayrıca, bir yerlere sıkışmayan insan var mı? İnsan hep köledir. Diğer insanlara, toprağa, eve, sevgiye, aşka bile köledir. Özgürlük nedir ki? Bana bir sınır ver içinde at koşturayım. Özgürlük sınırsızlık değil. Özgürlük sınır çizebilmektir aksine. Başkasının çizemediği kendi sınırını çizebilmektir. Sonsuzluk içinde kaybolmaktansa, özgürce tercih edeceğim bir kalıba, neşeyle dâhil olmayı tercih ederim çoğu zaman.

Oscar Wilde "Edebiyat, gerçekten daha gerçektir." der. Gerçek, kurmacayla bütünleştiğinde kuşkusuz daha etkileyici, daha sarsıcı biçime dönüşüyor. Edebiyatın gücü tam da burada kendini gösteriyor. Ayla'nın, Yaprak'ın, Nevzat'ın gerçeklikleri çoğumuzun gerçeklikleri aslında. Gerçeklikleri -zaman zaman hayatta da karşımıza çıktığı gibi- hem doğal hem sert bir dille anlatmanın senin için önemli olduğunu düşünüyorum.

Son cümlemi, son sayfalardaki paragrafları yazabilmek için bir roman yazma mecburiyetim vardı. Çünkü önceki sayfalarda mırıl mırıl anlattığım hezeyanlar, bekleyişler, ataklar, coşkular ve çaresizlikler sadece o son satırlardaki kısa duyguya hazırlanmak, onu tam anlatabilmek içindi. Sırf bunun için bir kurgu gerekiyordu. Bir hayat gerçeğini ifade edebilmek için retoriğe sığındım. Ki fikirler ve duygular, son derece yalın cümlelerle, herkesin bildiği kelimelerle, salt düzgün ifade becerisiyle yazılsa bile kendini gerçekleştiremiyor. Edebiyatın gücü burada, sanatsal kurgu ile daha anlaşılır, daha etkileyici hâle bürünüyor. Dediğin çok doğru, gerçekler ancak sanatla, uyuşmuş insanı sarsıyor. Hikâyenin kahramanları da bu yüzden elle tutulacak kadar yakınlaşıyor. Sert yazmayı değil, özellikle oto sansürsüz ve dolaysız yazmayı önemsiyorum.

Okurların olarak -merakımı tüm okurlarına mâl ederek, kendimi suçtan arındırıyorum- yeni romanın üzerine biraz ipucu alabilir miyiz?

Yazdıklarım hakkında ipucu vermek, basılmadan önce onlar üzerine konuşmak yazma nedenimi inkâr etmeme sebep olur. Çünkü yazmak, kendimle baş başa kaldığım, kendimle konuştuğum özel yer. Anlamadıklarımı yazarak düşünmeye sığınmak gibi dertlerim var. Kitap basılıp benden çıkana kadar, onu ürün olarak görmediğim için yaratım sürecime başkalarını katarak bir çeşit ar-ge yapmadığım, fikir almadığım gibi, verdiğim ipuçlarının etki tepkisinin de enerjimi değiştirmesine izin veremem. Yazma sürecimin ve metnin benim tahayyülümde bekleyen kısmının yolundan sapmasına sebep olacak bir kirlenmeden ürkerim. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, hâlihazırda yazdığım roman bir dönem romanı olarak da yorumlanabilir, bir psikoz romanı olarak da. Ama hikâye birkaç hikâyecik katmanı üzerinden yürüyecek. Bir dert parçacığı temsiliyle, hayatın içinden tozumuş insan dirimleriyle birlikte akacak.