Terzi kendi söküğünü dikemez demişler. Artık beceriksizlikten mi, meşguliyetten mi bilemem. Bende ise ikisi de geçerli. Dinleyici olarak da, programcı olarak da hayatımı zenginleştiren radyoyu ihmal etmişim. Oysa “Dünya Radyo Günü”nü biliyorum elbette. Birleşmiş Milletler Radyosu’nun kuruluş günü olan 13 Şubat, UNESCO tarafından “Dünya Radyo Günü” olarak ilan edilmişti. Bugün de dünyada ve ülkemizde Dünya Radyo Günü olarak kutlanıyor.

Buna rağmen ve inanması zor ama çeyrek yüzyılı aşkın süredir radyocu olduğum halde, Milliyet Pazar’da Dünnya Radyo Günü nedeniyle Özden Çankaya hocamızla Ceyda Ulukaya’nın yaptığı söyleşiyi görene kadar tamamen unutmuştum. Değil kutlamak, sözünü bile etmedim. Öğrencisi olmadığım halde tanıdığım ve saygı duyduğum Çankaya, beni sınıfın köşesine, yüzüm duvara dönük cezaya gönderir diye endişe ediyorum. Neyse ki onun gibi emeğini esirgemeyen, iletişime gönülden bağlı hocalar bizi de saygıyla kendimize getiriyor. Profesör Özden Çankaya aynı zamanda Galatasaray Üniversitesi’nde hoca.

***

Radyonun en eski iletişim araçlarından biri olduğu halde bugün de gücünü korumasını neye borçlu olduğu sorusuna cevaben öncelikle erişiminin kolaylığından söz etmiş. İkinci olarak da radyo dinleyenlerin yıllardır sözünü ettiği bir özelliğinden, herhangi bir işle meşgulken de radyo dinlemenin mümkün olmasından. Ben de buna, işe arabayla gelip gidenlerin yolda dinlemesi kolaylığını ekleyebilirim. En hoşuma giden ise, “...sözün gücünü taşıyor, söylenen sözü zihnimizde imgelere dönüştürüyoruz” yolundaki saptaması.

Bizim yaşımızdakiler için radyo, arada etkisi azalsa da, çocukluğumuzdan bugüne kadar gelen bir iletişim aracı; dahası, vazgeçilmez bir arkadaştır. Yakınına, karşısına, bazen hemencecik önüne, yere oturur, sevdiğimiz programları hevesle dinlerdik. İlli de çocuk programlarını değil (Ayşe Abla’nın hayranıydım oysa), Arkası Yarın, alaturka müzik, klasik müzik (cazı pek hatırlamıyorum, benim için küçüklüğümde cazdı “Cherry Pink and Apple Blossom White”tı ki, onun da adını neden sonra öğrenmiştim). Ama ‘hafif Batı müziği’ denen programları da severdim. Bir de, bizimle konuşan insanları. Ki, içlerinde en merakla dinlediklerim Eşref Şefik ve Feridun Fazıl Tülbentçi’dir. Efekt’in ne olduğunu radyo sayesinde öğrenmiştim (Tahsin Temren ve özellikle adına bayıldığım Korkmaz Çakar).

Dinleyicilikten radyoculuğa geçmem yıllar aldı, uzun yıllar. YKY’de Enis’le çalışıyordum. Ömer, Açık Radyo’yu kurunca arayıp oraya çağırdı. Ne cesaretle gittim kimbilir. Açık Dergi programını çok sevdiğim arkadaşlarla yaptık (Ne yazık ki ikisi, iki Ahmet artık bizimle değil). O saatte kültür-sanat programı yapanların o etkinlikleri rüyalarında göreceklerini öğrendim. Bir caz programına başladım, ağlamama aldıran olmadı. “Ben ne anlarım? Ben ne bilirim?” dedim ama nafile! İyi de olmuş. Çeyrek yüzyılı aşkın süredir caz programı yapıyorum, büyük kısmı “Caz ve Ötesi” adıyla NTV Radyo’da. Gene NTV’de bir başka programım daha var: Orada başlattığım polisiye programı, “Cinayet Masası”. Böyle gözükara bir girişimi destekleyen dinleyicilere minnet borçluyum.

***

Başka işler ve programlar da yaptığım halde, belki "İstanbul Ansiklopedisi” hariç, NTV Radyo, NTV’de en sevdiğim ve vazgeçmediğim şey oldu. Başka radyolara da konuk oldum, sesim kısıldığı zaman ya öyle kalırsa diye ödüm koptu. Bazı dinleyicilerimi hiç unutmadım; Adana’da beni sesimden tanıyan taksi şoförü gibi... “Caz ve Ötesi”ni dinliyormuş. Alkazar Sineması’nda aşağı kattaki bir arkadaşa seslendiğimde, “Bu ses! Bu ses! Ben bu sesi tanıyorum!” diye üstüme gelen hanım dinleyicim. Kendimi eski bir Türk filminde sanmıştım. Hepsi bir yana, radyoyu, radyoda çalışmayı çok seviyorum. Buna karşılık televizyonda çalışmayı sevmem. TRT 2’de beş buçuk yıl “Ve Sinema” diye bir program yaptığım halde (hani upuzun örgülü saçlarım vardı).

Demek ki hocam, neymiş? İnsan önemli şeyleri unutsa da, sonradan telafi etmeye çalışabiliyormuş. Geç radyocu oldum ama umarım sonuna kadar öyle kalırım. Saygılarımla...