Evet, yakalaması zor, ayrılması daha da zor bir kuşun kanatlarındadır sevda. Sinema sanatı da aşkla var oldu. Sinema aşkı ile yanıp tutuşan yaratıcıların, yorumcuların el ele verip, ortaya koyduğu yapıtlar hep aşkı anlattı.

Sevda kuşun kanadında

Hafta başında, ölüm yıldönümünde andığımız Cem Karaca’dan ödünç alıyorum bu haftaki yazımın başlığını. Evet, yakalaması zor, ayrılması daha zor bir kuşun kanatlarındadır sevda. Bir kanadında özgürlük, diğerinde bağımlılık... Sevda olmasaydı insan hayatında, sanat var olabilir miydi acaba? Baudelaire, Rimbaud, Puşkin, Neruda, Aragon, Kafka, Nazım, Edip Cansever, Cemal Süreya, Atilla İlhan… Aşksız yazabilirler miydi? Rubens, Manet, Renoir, Modigliani, Dali, Klimt, Kandinsky’nin yaşamlarından aşkı çıkartsanız ne kalır geriye?

14 Şubat Sevgililer Günü’nün kapitalizmin bir oyunu olduğunu bilmiyor değilim. Zaten, benim de size bir şey satma niyetim yok. Tabii ki, adını andığım şairlerin, yazarların, ressamların kitaplarını sevgilinize armağan etmenizden mutluluk duyarım. Müzik albümlerini ve filmleri de ihmal etmeye gelmez. Sinema sanatı 1895 tarihli, iki dakikalık Edison filmi “Öpücük”ten bu yana aşkı hiç ihmal etmedi çünkü… Bu sayfanın okurlarının birer sinema sevdalısı olduğunu düşünüyorum. Üstelik yalnızca sinemaya değil, ülkenize, bağımsızlığa, özgürlüğünüze, ideallerinize de sevdalı olduğunuzdan kuşkum yok. Aşkın muhatabının ille de tekil olması gerekmiyor ki…

Paul Eluard, “En güzel gecelere / Günün ak ekmeğine / yazarım adını / Tarlalara ve ufka / Kuşların kanadına / Gölgede değirmene / Yazarım” derken özgürlüğe duyduğu aşkı dile getirmiyor muydu “Ey Özgürlük” şiirinde? Emperyalizme karşı savaş veren halkların sevdası, vatan aşkı değil mi? Aynı anda birden fazla kişiye ya da kavrama âşık olabilir insan. Bazen de, iki aşk arasında tercih yapmak zorunda kalabilir. Sevgilisi ile işi/sanatı arasında... Ya da, bir aşk uğruna savaşarak geçirir ömrünü. Geçen hafta, yazımın başlığında konuk ettiğim Adnan Özer’in dediği gibi: “Aşksız ve paramparçaydı yaşam /bir inancın yüceliğinde buldum seni /bir kavganın güzelliğinde sevdim. /bitmedi daha sürüyor o kavga /ve sürecek /yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”

Dilerseniz sinema evreninde bir yolculuğa çıkalım ve konumuzu sınırlandırarak, bireyler arasındaki sevgi ilişkilerinden söz açalım; ölümsüz aşk filmlerinden birkaçının adını anarak… Belki, sevgilinizle birlikte izlemek isteyeceğiniz filmler çıkar aralarından.

Tehlikeli aşklar, özgür aşklar

Sinema sanatı, ilk günlerinden bugüne aşkla var oldu. Sinema aşkı ile yanıp tutuşan yaratıcıların, yorumcuların ve yapımcıların el ele verip, ortaya koyduğu yapıtlar hep aşkı anlattı. Kimi zaman ölümsüz, kimi zaman umutsuz aşkları… Sessiz sinema döneminde F.W. Murnau, “Şafak”da şehirli bir kadın tarafından baştan çıkarılan evli bir adamın vicdanıyla hesaplaşmasını anlatıyordu. 1940’ların cinselliği daha görünür kılan polisiye roman uyarlamalarında kadın, ‘femme-fatal’ imgesinden kurtulamıyordu (J.Huston’un Dashiell Hammett uyarlaması “Malta Şahini”, iki James M. Cain uyarlaması, Billy Wilder’in “Çifte Tazminat” ve Tay Ganett’in “Postacı Kapıyı İki Defa Çalar”). Hollywood’un aşk filmlerindeki özgür kadınların yazgısıydı bu. Kadının ‘iyi’si, evdeki kadındı. Aşk ise tehlikeli bir macera…

60’larda Fransız Yeni Dalga’sının yönetmenleri, kadın özgürlüğünü savunan filmleri ile bu klişeye karşı çıkarken, aşk da özgürleşmeye başladı. J.L. Godard’ın “Serseri âşıklar”ı muhafazakar Fransız sinemasının klişelerini reddeden bu anlayışın ilk örneklerinden biri oldu. İngiliz Yeni Dalgası’nın önde gelen isimlerinden Karel Reisz, “Sevişme Günleri” filminde evlilik dışı ilişki yaşayan kahramanlarından yana tavır alarak, muhafazakar İngilizleri şoke etmeyi başarıyor; Mike Nichols, “Kim Korkar Hain Kurttan” ve “Aşk Mevsimi”nde toplumun yerleşik değerlerini sarsmakta Reisz’ın gerisinde kalmıyordu.

sevda-kusun-kanadinda-841420-1.
Tutkunun Kanatları

Ölümsüz aşklardan sevgisiz zamanlara

Aşk teması, popüler sinemanın hemen her türünde var oldu. “Rüzgar gibi Geçti”den “Kamelyalı Kadın”a edebiyat uyarlamaları, “İnsanlar Yaşadıkça”dan “Aşk Hikayesi”ne sayısız melodram, romantik komediler, polisiye, savaş, Western, bilimkurgu, gerilim-korku filmlerinde, hatta fantastik yapımlarda… 18. -19. yüzyılın Romantizm akımı, Neo-klasizm’in putlarını kıran yaklaşımı ile sinemacılara ilham vermişti. “Romeo Juliet”, “Jane Eyre” uyarlamaları, Pialat’nın “Lolulou” su, Cocteau’nun “Orfe” trilojisi gibi mitolojinin efsanevi aşklarını konu alan filmler, sinemada ‘Romantik’ akımının örnekleri arasındadır. Wim Wenders’in “Berlin Üzerindeki Gökyüzü / Tutkunun Kanatları”, J.J. Beineix’in “37.2°C Betty Blue”, Wong Kar-wai’nin “Aşk Zamanı”. Müzikalin, aşkı baş tacı eden türler arasında seçkin bir yeri vardır. 1940’ların Hollywood müzikallerinden “Batı Yakasının Hikayesi”ne, Jacques Demy’nin “Cherbourg Şemsiyeleri”ne, Lars von Trier’in “Karanlıkta Dans”ından Damien Chazelle’in “La la Land”ine, görkemli bir serüven…

Sinema, romantik edebiyattan aldığı güçle tabuların üstesinden gelmeyi başardı. Karel Reisz’ın Amerika’da çektiği “Fransız Teğmen’in Kadını” gibi Viktorya döneminin ahlakçılığını eleştiren, Sam Mendes’in “Amerikan Güzeli”nde yaptığı gibi Amerikan aile yapısına sert eleştiriler getiren filmler kabul görmeye başlamıştı. Gene de sosyal statü ile özgür cinsellik arasındaki çatışma pek çok filmin temel çelişkisini oluşturuyordu. Stüdyo sistemi dışında çalışan Amerikan bağımsızları ve Avrupalı yönetmenler ise bütün bu klişeleri aşarak, özgür aşkı savunan filmler yapmayı sürdürdüler.

Eşcinsel aşklar, Amerikan ve Asya sinemalarında (elbette bizim sinemamızda da) yakın zamanlara kadar tabu olmaktan kurtulamadı. Fransız sineması bu alanda öncülüğü kimselere bırakmadı. Avrupa sinemalarının beyazperdeye taşıdığı lezbiyen âşıklar, Amerikan sinemasında ‘vampir’ olarak var olabiliyordu. “Mutluluk”ta bir erkeğin iki kadına birden âşık olmasının mümkün olduğunu anlatan Agnes Varda, “Gece Bekçisi”nde siyasetle cinsel fantezileri buluşturan Liliana Cavani gibi kadın yönetmenlerin ve R.W. Fassbinder, P. Almodovar, F.Ozon gibi filmlerinde eşcinsel aşkları konu alan yönetmenlerin cesur çıkışları aşk filmlerine yeni bir boyut getirdi.

Sınır tanımayan aşklar, popüler sineman gündemini oluşturmaya başladığında, sanat ve deneme sinemasının usta yönetmenleri toplumdaki yabancılaşmayı, iletişimsizliği anlatmaya koyuldular. Antonioni, Bergman gibi ustalardan Sofia Coppola (“Bir Konuşabilse”), Steve McQueen (“Utanç”), Todd Solenz (“Mutluluk”) gibi genç yönetmenlere uzanan bu çizginin günümüzdeki en olgun örneklerinden biri Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in “Sevgisiz”idir.

sevda-kusun-kanadinda-841419-1.
Sevmek Zamanı

Sevmek için çok mu geç?

Ahmet Hamdi Tanpınar “Kaybetmek için Erken, Sevmek için Çok Geç” derken, muhafazakar toplumda aşkı yaşamanın zorluğuna işaret ediyordu sanki… ‘Yanlış’ bir kadına âşık olan erkek klişesinin işlendiği Muhsin Ertuğrul’un “Şehvet Kurbanı”nın ardından, Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yarim”, Erdoğan Tokatlı’nın “Son Kuşlar”, Halit Refiğ’in “Kırık Hayatlar”, Atıf Yılmaz’ın “Al Yazmalım”, “Adı Vasfiye”, “Bir Yudum Sevgi” filmleri ile gerçekçi arayışlar içine giren sinemamız, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” ile metafizik aşka yönelirken, Yılmaz Güney filmlerinde kadın-erkek ilişkisi toplumsal bağlamından soyutlamadan yansıtıldı. Ama Yeşilçam seyircisi aşkı masallarda yaşamayı tercih ediyordu. Kendi yaşamlarında toplum baskısı nedeniyle aşkı yaşayamamış seyirci kitleleri, arabesk bir duyarlık içeren ‘kara sevda’ ve ‘imkansız aşk’ öykülerinde teselli bulmayı sürdürdüler.

Gene de, duygusallığa düşmeden, aşkın gizemini anlatmayı başaran yönetmenlerimizin sayısı az değil. Ömer Kavur, Yusuf Kurçenli, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerimiz aşkı ‘idealize etmek’ yerine gerçekçi bir bakışla yansıtırken, Necati Cumalı’nın dizelerindeki yalınlığı ve derinliği yakalamaya çalıştılar: “… Göz göze geldikse geçerken / Günlük güneşlik bir kaldırımdan / Aşktı uçup giden üstümüzden / Aşktı değip geçen yanımızdan”…