Son romanı Kör Mağara Balıkları üzerine konuştuğumuz Esra Kahraman: “Sahici sevdalar tükendiği ölçüde arızaların baş göstermesi kaçınılmazdır. Bu tutarsız, samimiyetsiz, suni gidişata bilinçaltımın başkaldırısı yansıdı sanırım… Ezcümle, 'Kör Mağara Balıkları’nda Herdem’in dile getirdiği gibi; Sevdasız gönül kıraç toprağa benzer…”

Sevdasız gönül kıraç toprağa benzer

DOĞUŞ SARPKAYA

Darbelerle hesaplaşma söylemi sürekli olarak gündemde tutulurken, o karanlık dönemleri aratmayacak bir baskı rejiminin yaratılmasını deneyimliyoruz. Durum böyle olunca toplumsal travmalarla yüzleşme sürekli erteleniyor. Dahası unutturulmaya çalışılıyor. Edebiyat ise tüm bu unutturma çabalarına karşı toplumsal hafızayı diri tutmaya devam ediyor. Hatırlamanın gücüne inanan yazarlardan biri de Esra Kahraman. Romanlarıyla darbe döneminin karanlığını inadına anlatan Kahraman ile son romanı 'Kör Mağara Balıkları' üzerine konuştuk.

Üçüncü romanınızda da 12 Eylül sonrası dönemin travmalarına yoğunlaşıyorsunuz. Sizi bu döneme özellikle çeken şey ne?
12 Mart’ın darağaçlarına aldırmadan hayatı yeşile boyamak adına onurla, cesaretle yürümeyi sürdüren bahar yürekli insanların mücadelesini, umudunu günle buluşturmak istedim. Çünkü, yaşanan travmaların kaynağına inmeden, günü anlamlandırmak zorlaşır. Birçok ülkenin tarihinde benzer kara sayfalar mevcut. Onlar bunlarla yüzleştiler, hesap sordular. Türkiye’de ise o günleri yaşayanlar ve onların yakınları dışında umursayan olmadı. Geldiğimiz noktada, muktedire biat edenler kadar suskunların da payı olduğunu düşünüyorum.

'Segâh Makamı', çeşitliliğin merkezinde, İstanbul’da geçiyordu. 'Kör Mağara Balıkları’nı yazmasaydım, eksiklik duygusuyla boğuşacaktım. Dönemsel kurguları anlatabilmek için okumak, araştırmak yeterli değil. Aynı zamanı yaşayınca duygu aktarımı daha kolay oluyor. Mesela; Andre Malraux İspanya İç Savaşı’nın birincil tanığı olmasaydı, 'Umut' romanı gerçeğin kalbine o denli dokunabilir miydi?

Yazarlar belirli bir türe bağlanmayı pek sevmezler. Onun için çekinerek soracağım: Toplumcu gerçekçi bir anlatımı benimsediğinizi söylememiz mümkün mü?
Tümüyle benimsediğimi söyleyemem. 'Segâh Makamı’nın karakterlerini uzaklardaki 'Kör Mağara Balıkları' ile buluşturmak istedim. İkinci romanım, 'Turuncu Zamanlar’da olduğu gibi gelecekte bu kalıpların dışında olacak metinlerim.

Roman kişilerinizin ideal karakterler olduğunu söyleyebilir miyiz?
İdeal olanlara iltimas geçtim diyelim. Şaka bir yana, dönemin gerçekliğini o günkü duygularımla aktarmanın daha doğru olacağını düşündüm. Dönemi tüm ortam, olay, olgu, duygu ve diğer tüm yaklaşımlarıyla kendi içinde değerlendirmeyi amaçladım.

Üslup anlamında hem 12 Mart hem de 12 Eylül anlatılarında karşımıza çıkan masallardan, şarkılardan ve şiirlerden de el alan bir şiirselliğin varlığından söz edebiliriz. Darbe sonrası dönemin travmalarının bir sonucu olabilir mi dildeki şiire kayış?
Travmaların etkisinden ziyade kelimeler böyle akıyor zihnimde. 12 Eylül döneminde gasp edilen günce ve denemelerimde de metinlerin genel akışı aynıydı. Edebiyatı şiirle, şarkıyla, masallarla şenlendirmeyi seviyorum.

Üsluptaki şiirsellik ilk başta korkutucuydu benim açımdan. Çünkü bu üslubu benimseyen anlatıların çoğu eskiye, bir daha asla gerçekleşmeyecek olana bir ağıt gibi okundu 1980’lerde. Yenilgi romanı başlığı altına alabileceğimiz bu romanlarda ezilenlerin mücadelesinin sürekliliği unutuluyordu. Yenilgi romanı yazmadan da üslubunuzu koruyabileceğinizi göstermişsiniz 'Kör Mağara Balıkları’nda. Bunu nasıl başardınız?
Can çıkmadan umut tükenmez, bana göre. Akışa nokta koymak doğanın sürekliliğine aykırı olduğu gibi adil olmayan bir savaşın da galibi ve mağlubu yoktur. Yenilgiyi içselleştirmek, geçmişe ağıtlar yakmak mücadele zeminini terk edenlere özgü olsa gerek. Haksızlıklar sürdükçe, yaptırımlara haklı gerekçelerle karşı çıkanlar da olacaktır mutlaka. Geçmişin görkemli mücadelesinin noktalandığını iddia etmek, yaşanabilir bir dünya umuduyla ömürlerini taşın altına koyanlara, kör kuyularda işkenceyle imtihan edilenlere ve daha da önemlisi geleceğe ihanettir. Geçmişin tükenmediğinin en belirgin kanıtıdır, Gezi Direnişi.

Romanın anlatıcısının sesini de net bir şekilde duyuyoruz. Egemenlere “lanet okuyan” bir anlatıcısı var romanın. Anlatıcının sesinin bunca duyulması bilinçli bir tercih miydi?
Bilinçli bir tercih değildi. Karakterlerin duygularına eşlik etmek arzusundan kaynaklandığını düşünüyorum.

Merkez şehirlerdeki zulümler yerine bu sefer Türkiye’nin unutulmuş coğrafyasına götürüyor okuru romanınız. Aynı zamanda sol içi tartışmalar yerine devrimciliğin birleştiriciliğini hissettirmişsiniz. Sol içi tartışmaları metni boğacağı tehlikesine karşı dışarıda bıraktığınızı hissettim… Siz ne dersiniz bu konuda?
Avazın dili, gözyaşının rengi yoktur. Seksen öncesi mücadele, tüm ülkeyi kapsayan bütünlükteydi. Ortak idealin gerçekleşmesiydi aslolan. Ardından onarılacaktı tüm hasarlar. Ancak, hepimizin bildiği gibi; ‘bekçinin’ konumunu muhafaza etmesi için çok uzaklardan direktifler verildi. Kaos planları ‘itinayla’ işletilerek, ülkenin her yerinde topyekûn katliam harekâtı başlatıldı. Bu çok uluslu danışıklı dövüşe karşı koyacak güçlerin iç hesaplaşmaları süreci hızlandırdı. Bu anlamda sol içi tartışmalar hayli dramatiktir ve anlatmak ayrı bir yazın konusudur bence. Çeşitlilik yerini dar alanda paslaşmalara bıraktığında bütünlük zedeleniyor. Birilerinin “ak” dediğine diğerleri “beyaz” diyor ve başlıyor atışmalar; “benimki daha parlak beyaz ama”! Kısır döngü gelişmelerin önünü ciddi anlamda tıkıyor. Geçmişe baktığımızda aklarla beyazların, karanlık dehlizlerde eşitlendiğini görüyoruz. Sonrasında bir arada yaşamak, mücadele zeminini genişletmek adına çok şey yapılsa da sonuç alınamadı. Savrulanlar, zeminden kayıp diktatörden demokrasi bekleyenler dışındakilerin temel meselesinin bu yıpratıcı düğümü çözmek olduğuna inanıyorum.

'Segâh Makamı’nda da iyileştirici güç olarak aşk öne çıkıyordu. 'Kör Mağara Balıkları’nda da aşkın önemli bir duygu olarak ön planda olduğunu söylememiz mümkün. Son dönem edebi anlatılarda aşkın arızalı tarafları ön plana çıkarılmaya başlandı. Romanınızın bu tercihlere bir cevap olduğunu da söylememiz mümkün mü? Aşk her şeyi iyileştirebilir mi?
Sahici sevdalar tükendiği ölçüde arızaların baş göstermesi kaçınılmazdır. Bu tutarsız, samimiyetsiz, suni gidişata bilinçaltımın başkaldırısı yansımış olabilir. Aşk, Cemal Süreya’nın tanımladığı gibi; yıkıcı, bölücü, hain, yasadışı, soyguncu, kökü dışarıda, işgalci olabilir. Ancak hiçbir tanım, sevdasız kalmak kadar korkunç değildir. Ezcümle, 'Kör Mağara Balıkları’nda Herdem’in dile getirdiği gibi; “Sevdasız gönül kıraç toprağa benzer…”