Hiçbir yeri, bu nefret ettiğin ülke kadar sevemem diye korkuyorsun, biliyorum

Hiçbir yeri, bu nefret ettiğin ülke kadar sevemem diye korkuyorsun, biliyorum. Ben de... Şiirde, türküde, dostlukta buluşmak için gittikleri bir şehirde, kaldıkları otelin merdivenlerine oturmuş, dışarıdaki ağzı köpüklü nefrete karşı, cebinde bir tek gönüllere çiçek dolduracak dizeler taşıyan insanların öldürüldüğü günün yirmi birinci yılında sen, yine, her zaman olduğu gibi, başkalarının utancını, onlar yerine yüklenmişken, ve gözlerin dolu dolu, öldürülenlerin yakınlarıyla el ele, sessizce, gürültülü bir öfkeyle dururken, kıytırık bir televizyon kanalında, kalplerine bakkaldan yüz gram vicdan bulamayınca yerine pastırma alıp, bir kilo madımağı iki soğanla döndürmelerini izledin.
***
Bitmeyen bu cümle gibi sıralanıyor içinde çığlığın ve hiç geçmiyor o mide bulantın. Biliyorum. Gölgesinde dinleneceğin ağaçları köklediler. Arkadaşların öldürüldü bu yüzden. Başka diyarların çocuk kokan parklarında düşürdün kıskançlığını. Şimdi, cebindeki bilyelerden birini kaybetmekten başka yenilgi bilmeyecek yaştaki bir çocuğun, tabutundan hafif çeken bedeni toprağa düştüğü günden beri, park bahçeler müdürlüğünün sıra sıra diktiği çiçeklerden bile nefret ediyorsun.
***
Gerçek değil bunlar, olsa olsa kabus, uyanmalıyım desen, uykuyu yüzünden silip atacağın o bir avuç suyu kurutmuşlar. Boş derenin çatlamış toprağında, ölü balıklara baktıkça, düşmanla savaşmak için ineğini satan bilge köylüye sarılıyorsun. Anadolu o çünkü. Mücadele etmezse, çocuğuna ne cevap vereceğinin kaygısına düşen şalvarlı teyzenin çiçek kokan saçlarına gömmek istiyorsun başını. Umut o çünkü. Jandarmanın copu mis elli teyzenin etini morarttığından beri silemediğin leş gibi bir küfür yapışıp kaldı diline. Ne kadar tükürsen geçmiyor.
***
Yatmadan duaya açtıkları elleriyle, uyanınca binlerce yıla direnen zeytinin dallarını kırıp, yerine, acıkmadan yemek yemenin, avam eğlencelerde el çırpmanın tatil olduğuna inandırmak istedikleri insanlar için oteller yapmak istiyorlar. Fazlası torba torba atılan yemek mezarlığından, üç kuruş için insanları yerin metrelerce altına inmek zorunda bırakan bir düzen yaratmanın mutluluğuyla sırıtan yüzlerine koca bir yumruk geçirip, porselen dişlerini ağızlarına döksen de soğumayacak için. Yan yana dizilen işçi mezarlarının toprağı ıslak daha. Sonradan tozlu ayakkabısı yüzünden içeri alınmayacak emekçilerin nasırlı ellerinden yükselen AVM'lerin zincir kahvecilerindeki höpürtü kulağını tırmalıyor. Baş döndüren bir uğultu içinde bakkal nostaljisi yapan biri olup çıktın.
***
Üzüntüyü çaldılar senden. Biliyorum, en çok da buna bozuluyorsun. Yumuşak karnın tekmelene tekmelene taş oldu. Yanan koca bir dağ, gürleyen yüklü bir bulutsun artık. Sonra içine içine ağlarken buluyorsun kendini. Biliyorum arkadaşım, göz yaşlarının sırası değil, diye ısırdığın yumruktaki diş izlerinde duruyor acın. Mutlu olduğun anlardan utanır oldun. Kemal'i düşündün, hasta o, hapiste tutsak. Tanımıyorsun. Merhaba dediklerinden ibaret değil ki senin dünyan. Çocuğunun, yerden topladığı kolunu bacağını battaniyeye sarıp eşek üstünde köy mezarlığına taşıyan Mehmet amca, sen vapurda ayaklarını uzatmış martılara simit atarken geldi aklına. Ulan, dedin.. Neredeyse her cümlen böyle başlıyor artık.
***
Tekbir sesleriyle ağır ağır, herkesin gözü önünde insanların öldürüldüğü bir memlekette neye inandığını değil, asıl neye inanmadığını anladığında; başını okşayan tatlı teyzenin içinden, komşusunun aşuresine tükürüp çöpe atan bir canavar çıktığını gördüğünde yıkılan dünyanın hesabını, büyüyünce kime soracağını bulduğun an dağıldı o devlet içinde. Okulda ezberletilen yalanları zihninden sildikçe özgürleştin. Pabucunun altı delik, dağ gibi bir adamı kaldırıma yıkan beyaz bereli bir şeyde cisimleşti nefret. "Bebekten katil yaratan karanlık" diyen karısına sarılıp ağladın. Çok acılaştın. Oğluyla birlikte dünyanın camını çerçevesini indirmek istedin.
***
Sıradan bir muhabbetin içinde, gittiğin yeni bir sahil kasabasından ve yolda okudugun iyi bir kitap ve dinlediğin güzel bir şarkıdan bahsederken; biliyor musun, diye soruverdi arkadaşın. Madende ölümle göz göze gelen o işçi sürüne sürüne dışarı çıkma gücünü, "akşam, sana istediğin o gofretle kolayı getireceğim", diye çocuğuna verdiği sözden almış. Verdikleri sözü tutamayan babalarla birlikte oturdunuz bir süre daha o masada. İnsanın üç kuruş etmediği bir coğrafyaya ait olmayı kabullenemeyen sayısız küfürlü cümleler sıralayıp, hayalinizdeki güzel ülkelerde, yeni hayatlar kurdunuz. Sonra.. Hiçbir yeri, bu nefret ettiğiniz ülke kadar sevemezseniz diye korktunuz, biliyorum. Ben de kardeşim, ben de...