İnsanlığın ve bir ülkenin en büyük sorunu, utancıdır yoksulluk. Doğa, kaynaklarını olduğu gibi ve cömertçe sunarken bu kaynakları ve diğerlerini adil ve eşit dağıtmayan sistemin karşısında ne yapacağız? Konuşulması, tartışılması gereken bu!

Sevmekten utanmak

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Doğa olaylarının görkemli ve insanı hayran edecek kadar estetik olduğu kuşku götürmez. İnsanın güzelliğe, aniden gelişen ya da bilinmeyen azametli şeylere olan tutkusu sayesinde doğanın her hali, sanatın pek çok alanına ilham verecek kadar çekicidir. O halde içinde bulunduğumuz mevsimden dem vuralım. Bir sıralama yapılırsa ilk sıralarda yerini alan olaylarından biridir kar. Öyle ya gökyüzünün beyaz eleğinden kimi lapa lapa, kimi incecik yağar, insanın parmak izi gibi her biri benzersiz kristal görüntüsü ile sanat eserleri ile yarışır. Üstelik taneler birleştiğinde etrafı kaplayan göz alıcı beyazlık, bir düşten farksızdır.

Mitolojide ve hemen her toplumda karla ilgili mitler, kahramanlar ve folklorik öğelere rastlarız. Sözgelimi, her öfkelendiğinde sonsuza dek düşman olduğu çiftçiden intikam alan mitolojik kar tanrıçası Khione, Noel boyunca yeryüzüne inen ve çalışmaktan kaytaran çiftçileri cezalandıran Alman Berchta, güzelliğiyle insanları karların arasında çekip onları ışığıyla kör eden sonra da öldüren Japon Yuki-onna. Burada doğaya olan hayranlığın ardında gizlenen bir çekişme de göze çarpar. Genellikle insan gözünde doğa ve insan ilişkisi, kendisinin mağlubiyeti ile sonuçlanan bir mücadele ile tanımlanır. Aslında kavga, insan emeği üzerinden yaşam kalitesini belirleyen sistem iledir ya da olmalıdır. Ama düşman, sadece işini yapan doğa gibi gösterilir. Oysa doğa işini yapar. Yıkım, ekseriyetle insanın kendi kurduğu düzenin, hırsın ve kavganın eseridir.

Geçtiğimiz günlerde kuraklık endişesinin de etkisiyle yurttaki kar yağışı sevinçle karşılandı, haber bültenlerinin, sosyal medya paylaşımlarının odağına oturdu. Elbette yurdun batısında olan yağışın paylaşımlarıydı bunlar. Öyle ya aynı coğrafyanın doğusu için kar, aylar süren bir normal mevsim olayıydı. Hatta kimi zaman kapanan köy yollarının, hastaneye yetişemeyen hastaların, okula gidemeyen çocukların, çığ altında kalan araçların, aç kalan hayvanların resmiydi. Bu yüzden böylesine coşku yaratan şey batının karıydı diyebiliriz. Özlenen bir sevgiliye kavuşmanın heyecanıyla fotoğraflar çekildi, yazılar yazıldı, beyaz düşe güzellemeler yapıldı. Aynı zamanda daha önceki yıllarda yaşanan bir çekişme, bu kez fazlasıyla kendini gösterdi. Özellikle sosyal medyada kar yağışına sevinen ve sevinmeyenler arasında neredeyse birbirini yargılamaya varan bir ikilik ortaya çıktı. Bir kesim, “Neden mutlu olmamız sizi bu kadar rahatsız ediyor, karı kim sevmez?” derken bir diğer kesim ise karı romantize etmenin duyarsızlık olduğunu savunuyordu.

Aslına bakılırsa karın masumiyeti ve örtücülüğü imgeleyen beyazlığı, şefkatli dokunuşu, sakin ama coşkulu hali sevilmeyecek gibi değildir. Memleketin batısında, nispeten ılıman bir iklimde yaşayanlar bu olayı nadide bir şey olarak görür. Ne de olsa senede bir ya da iki kez, çoğu kez karla karışık yağmur olarak görülen, tanelerin birbirine eklenip “tutacak mı?” umudunu yaşatan bir olaydır. Etraf beyaza büründüğünde çocuklar gibi sevinmekten doğal ne olabilir? Ama bu beyaz şölen, beraberinde getirdiği hava şartlarından bağımsız algılanamıyor ne yazık ki. Böylece bu sevinç, yanında mahcubiyet barındırıyor. Kar sevinci kartpostallardaki gibi pırıltılı bir coşkuyla yaşanmıyor, yaşanamıyor.

Barınma ve ısınma sorununa sahip milyonların olduğu bir ülkede sevmekten, sevinmekten utanırsınız. Utanır, öfkelenir, üzülürsünüz. Bu duyguların muhatabı ne doğa ne hava durumu ne de yağış şeklidir aslında. Tepkiniz yaşam koşullarındaki adaletsizliktir. Donarak ölen insan ve hayvanların, hastalanan çocukların, evladını saç kurutma makinesi ile ısıtıp kendini asan anaların, evine yiyecek ve yakacak alamadığı için kendini yakan babaların olduğu bir ülkede karı, kışı can-ı gönülden sevemezsiniz. Yoksulluğun, çaresizliğin, garibanlığın gün be gün çoğaldığı, çoğaltıldığı bir ülkede gülümsediğiniz için bile utanırsınız bazen. Utanması gerekenlerin yerine de utanırsınız.

Elbette hepimizin biraz olsun mutlu olmaya, coşku duymaya ihtiyacı ve hakkı var. Kimsenin kimseyi yargılayacak üstelik mutluluk üzerinden hırpalayacak cüreti olmamalı. Kimin neyi sevdiği, ne ile sevindiği tartışılacak bir konu değil. Asıl tartışılması gereken, böylesine güzel bir olayın herkeste aynı coşkuyu yaratmaması, buna sebep olan koşulların varlığı. Bu koşulların ortadan kaldırılması için harcamamız gereken enerjiyi, kar tanesi ömürlü tartışmalara yöneltmek pek de mantıklı değil. İçinde bulunduğumuz durum, “Sen sevindin, ben sevinmedim”den çok daha fazlası çünkü.

Yaşadığımız ülkede son iki yılda, yoksulluktaki artış yüzde 8,4. Üstelik sokaktaki 10 kişiden 7’si hayatını borçlanarak sürdürüyor. Zengin fakirden 8 kat daha fazla kazanıyor ve bu uçurum gün geçtikçe artıyor. Yeni yılın ilk verileri ise geniş tanımlı işsiz sayısının 11 milyona yakın olduğunu söylüyor. Yurttaşlar eğitim, sağlık ve kültürel olanaklara aynı yakınlıkta değil. Aynı göğün altında ayrı hayatlar yaşanıyor. Aynı kar kimini sevindirirken kiminin kâbusu oluyor.

İnsanlığın ve bir ülkenin en büyük sorunu, utancıdır yoksulluk. Doğa, kaynaklarını olduğu gibi ve cömertçe sunarken bu kaynakları ve diğerlerini adil ve eşit dağıtmayan sistemin karşısında ne yapacağız? Konuşulması, tartışılması gereken bu! Yoksa bilgisayar, tablet ve akıllı telefon klavyesinde sevinmek, üzülmek, utanmak ya da coşkulanmanın sorunlara çözüm bulma anlamında birbirinden farkı olmuyor.

Kar eriyince yerler çamura, suya bulanacak; ortalık kuru ayaza kesecek. Sanal tartışmaların zemini kuruyacak, ısınacak belki ama aynı şartlar aynı yoksulluğu üşütmeye devam edecek.