Eisenhower’ın ricasıyla 1957’de Suudi kralı liderliğinde Suriye’de başlayan Siyasal İslam’ın mücadelesi bugün yine Suriye’de devam ediyor. Bu süreçte Suriye’nin Siyasal İslam’ın en radikal gruplarından IŞİD ve El Kaide’nin merkezi haline gelmesi tesadüf değil

Sevr’den Cenevre’ye

BEHLÜL ÖZKAN*

Sevr Paris’in bir semti. Cenevre ise kayak merkezleriyle tanınan İsviçre şehirlerinden. Bir Avrupalı için bundan başka bir anlamları yok. Hâlbuki Ortadoğu toplumları için şehir isimlerinden çok daha fazlasını ifade ediyorlar. Sevr Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanarak Ortadoğu’da Fransız ve İngiliz manda yönetimlerinin kurulmasına kapıyı açan antlaşmayken, bir asır sonra Cenevre Suriye iç savaşının tüm taraflarının toplanarak barışı aradığı şehir oldu. Suriye’nin nasıl olup da bu duruma geldiğini anlamak için, Sevr’den Cenevre’ye uzanan tarihi sürece yakından bakmak gerekiyor.

‘Amerikan diplomasisinin trajedisi’
ABD dış politikasına eleştirel yaklaşan sol akademisyenlerden William Appleman Williams 1962’de yayınladığı ‘Amerikan Diplomasisinin Trajedisi’ başlıklı kitabında, İngiliz emperyalizmine karşı savaşarak bağımsızlığını kazanan ülkesinin, 20. yüzyılda emperyal bir güce dönüşmesini ‘trajedi’ olarak tanımlar. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarını oluşturan halkların ‘kendi kaderini tayin hakkı’ olduğunu savunan ABD Başkanı Wilson, 1918’in hemen sonrasında bu prensibinden çark etti. Wilson Ortadoğu’da bağımsız devletlerin kurulmasına karşı çıkarak, İngiliz ve Fransız manda yönetimlerine destek verdi. Ancak aynı dönemde ortaya çıkan Sovyet Devrimi, ulusların bağımsızlık mücadelesini savunduğunu açıklayarak, uluslararası ilişkilerde ABD, Fransız ve İngiltere gibi emperyal güçlerin başını çektiği Batı blokunun tam karşısında konumlandı. Vietnam’dan Küba’ya kadar uzanan kuşakta yer alan halkların 20. yüzyılda yaşadıklarına, bu iki blok arasında ki mücadele damgasını vurdu dersek herhalde mübalağa etmiş olmayız.

Uzağa gitmeye gerek yok. Anadolu’yu Düveli Muazzama arasında paylaştıran Sevr Antlaşmasının imzalanmasından sadece yedi ay sonra, Sovyetler Birliği ve bağımsızlık savaşı veren Ankara hükümeti arasında imzalanan Moskova Antlaşmasının giriş cümlesine bakalım: Her iki hükümet ‘halkların kardeşliği ve kendi kaderini tayin hakkı prensiplerine sahip çıkarak, emperyalizme karşı verilen mücadelede dayanışma içinde olacaklarını kabul ederler.’ Gerçekten de 75 yıla varan mazisindeki tüm günahlarını ve hatalarını bir kenara bırakırsak, Sovyetler Birliği’nin hem aydınlanma değerlerine sahip çıkan, hem de kapitalizmin hegemonyasına direnen bir başkaldırı olduğunu söyleyebiliriz. Moskova 1917 sonrasında, başka bir dünyanın kurulmasının mümkün olduğu iddiasıyla var olmaya çalıştı. Soğuk Savaş ABD liderliğinde bu başkaldırıyı bastırmaya yönelik dünya çapında verilen mücadelenin adıydı. Kendisini ‘hür dünya’ olarak tanımlayan Batı bloku, 1943’te Mussolini’nin devrilmesi sonrasında solun iktidara gelmesinin önünü kesebilmek için faşist generallerden Pietro Badoglio’yu İtalya başbakanı yapmaktan, Angola, Küba, Vietnam ve daha birçok ülkedeki özgürlük mücadelesini bastırmaya yönelik anti-komünist bir stratejiyi izlemekten kaçınmadı. Küresel ve yerel gelir dağılımı eşitsizliğini sorgulayan tüm siyasi hareketleri ‘komünist’ olarak nitelendiren ‘hür dünya’, siyasi ve ekonomik bağımsızlık isteyenleri de yok edilmesi gereken düşmanlar olarak görüyordu. Sözü fazla uzatmadan bunun Ortadoğu’daki yansımasına bakalım.

Dava ve cihat

Nasır’ın liderliğinin Batı’nın çıkarlarını tehdit etmesinin ve ardından 1957’de Suriye’de Arap milliyetçisi iktidarın Moskova’yla yakınlaşması, ABD’yi Ortadoğu’da kendi çıkarlarına hizmet edecek bir ideoloji ve müttefik arayışına yöneltti. ABD Başkanı Eisenhower Siyasal İslam ve Suudi Arabistan’ın yükselen Arap milliyetçiliğine karşı ne kadar kullanışlı olacağını fark ederek, Suriye krizinin tam ortasında (21 Ağustos 1957) Suudi Kralı Abdülaziz’e isteklerini bir mektupla iletti: ‘Suriye’nin komşularının bu sorunu dış güçlerin müdahalesine gerek olmadan çözmesi bizim için çok daha tercih sebebidir. İslam’ın Kutsal Yerlerinin koruyucusu olarak Kral hazretlerinin sahip olduğu önemli konumu düşündüğümüzde, Ateist temelli komünizmin Müslüman dünyasının bu kritik bölgesine yerleşmemesi için tüm gücünüzü kullanacağınıza inancım tamdır.’ Eisenhower Suriye’de Arap milliyetçiliğinin önünü kesmek için Suudi kralından Siyasal İslam’ı kullanmasını istiyordu. Riyad bu isteği geri çevirmeyerek sermayesini Suudi-Amerikan petrol şirketi Aramco’nun sağladığı Rabıta’nın (Dünya İslam Birliği) kuruluşuna öncülük etti. Afganistan’dan Nijerya’ya kadar uzanan coğrafyada bir yandan her türlü seküler ve sol siyasi hareketle Siyasal İslam üzerinden mücadele edilirken, diğer yandan silahlı köktendinci gruplar örgütlenerek ‘Ateizm’ ve ‘komünizme’ karşı ‘cihat’ başlatıldı.

İhvan’dan El Kaide’ye kadar hemen tüm İslamcıların sahiplendiği bu köktendinci ‘davanın’ ideoloğu Seyyid Kutub; egemenliği halka devreden laik siyasi sistemi tümden reddederek, ‘Çözüm İslam’da’ ve ‘hâkimiyet Allah’a aittir’ diyordu. Kitapları Türkçe’ye çevrilen Kutub’un bu sloganları 1990’lardan itibaren Türkiye’de de dolaşıma sokuldu. Kutub’a göre ‘İslami devrim’ ulus devletler nezdinde değil, İslam dünyasının tamamını kapsayacak şekilde gerçekleştirilmeliydi. Kutub’un düşüncelerinden etkilenen İslamcı liderler tüm Müslümanlar adına siyaset yaptıklarını iddia ederken, IŞİD gibi tekfirci hareketler kendisi gibi düşünmeyen diğer Müslümanları kâfir ilan ederek çıtayı biraz daha yükseğe taşıdı. İhvan’ın bir diğer ideoloğu Yusuf el Kardavi ise Batı’dan ‘ithal edilen’ siyasi kurum ve ilkelerin (el-hulul el-mustavrada) kaldırılarak, ‘İslam nizamına’ geçilmesini istiyordu. Son seçimlerde AKP otobüsünde Kutub’un sözlerini yazdığı İhvan marşının çalındığını, Kardavi’yle yakın ilişkisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu hafta ‘bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir, yerli değildir. İthal mantıklar bize hâkim oldu. Şimdi biz yerliye ve milliye dönüyoruz’ dediğini hatırlatalım.

1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Birinci Körfez Savaşı; Arap milliyetçisi seküler rejimlerin zayıflayarak Siyasal İslam’ın güçlenmesinde önemli bir dönüm noktasıydı. Ortadoğu’da yaşanan eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı Arap sosyalizminin alternatif olmaktan çıkması ve Sovyet blokunun yıkılmasıyla bu rejimlere uluslararası desteğin ortadan kalkması; Siyasal İslam’ı geniş kitleler nezdinde adeta alternatifsiz bıraktı. Bunun ilk farkına varanlardan birinin Arap milliyetçisi ve seküler Saddam Hüseyin olması çarpıcıdır. 1991’de Kuveyt’i işgali sonrası hızla İslamcı bir söylemi benimseyen Saddam, ABD işgalinin hemen öncesinde bazı İslamcı gruplar tarafından halife ilan edildi. Irak bayrağının üzerine yine aynı dönemde tekbir ibaresi eklendi.

Başlanan yere dönmek: Suriye
1957’de Eisenhower’ın ricasıyla Suudi kralı liderliğinde Suriye’de başlayan Siyasal İslam’ın mücadelesi bugün yine Suriye’de devam ediyor. Bu süreçte Suriye’nin Siyasal İslam’ın en radikal gruplarından IŞİD ve El Kaide’nin merkezi haline gelmesi tesadüf değil. 1960’lardan itibaren İbni Teymiyye’nin Alevilik karşıtı mezhepçi fetvalarından ve Kutub’un radikal görüşlerinden beslenen Suriye İhvanı’nın önde gelen isimleri Adnan Ukla ve Mervan Hadid, 1980’lerde Peşaver’deki kamplarda ABD ve Suudi desteğiyle örgütlenen cihatçılar tarafından önder olarak anılıyordu. 1982’de Hama’da isyan bayrağını çekerek savaşan Ebu Musab el Suri ise ‘Küresel İslami Direnişe Çağrı’ başlıklı 1600 sayfalık bir kitap yazarak El Kaide’nin ideologlarından biri oldu.

11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında Afganistan’da Taliban askerleri dışında Bin Ladin’in emrinde 13 bin Arap, Çeçen ve diğer milletlerden cihatçı olduğu biliniyor. Bugün Suriye’deki cihatçıların sayısı Afganistan’dakileri misliyle aşmış durumda. Kısaca 1980’lerde Afganistan’da yaratılan canavar Suriye’de katlanarak büyümekte. ABD Dışişleri Bakanı Kerry temel ilkelerinin ‘laik ve birleşik bir Suriye’ olduğunu açıklasa da, Washington gittikçe güçlenerek artık Avrupa başkentlerini vuran köktendinci barbarlıkla savaşacak karşıt cepheyi kurmakta zorlanıyor. Tüm Soğuk Savaş boyunca komünizme karşı mücadele eden ABD’nin, bugün Suriye’de sahada en büyük müttefikinin Marksist/Leninist kökenleri olan ve bayrağındaki kızıl yıldızı muhafaza eden PYD olması ise ‘Amerikan diplomasisinin trajedisi’ değilse de kaderin bir cilvesi olsa gerek. Bu noktada Slavoj Zizek’e kulak verirsek, PYD’nin Kobani’den başlayarak IŞİD’i dize getirmesinin esas nedenini daha iyi anlayabiliriz. Zizek, IŞİD gibi köktendinci barbarlıkla liberal değerler üzerinden mücadele etmenin imkânsız olduğunu söylüyor. Zizek’e göre ancak radikal sol bir ideoloji, adil ve eşit bir dünya isteğini ahirete bırakmadan şimdi ve burada gerçekleştirme konusunda kitleleri ikna ederek peşinden sürükleyebilir. Kapitalizmin sembol gazetesi Wall Street Journal PYD için “ABD’nin Marksist müttefikleri” derken, Soğuk Savaş döneminin anti-komünist zihniyetiyle hareket ederek “PYD IŞİD’ten çok daha tehlikeli” diye manşet çekenler bunu bir düşünsün derim.

*Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi