Geçenlerde, hazırladığım ‘Cezaevi Şiirleri’ (Adam Yayınları, 1993) antolojisinde yer alan ‘Seyfi Baba’nın şiirlerini okuyan bir okur, şair hakkında bilgi istiyordu.

Kimdi ‘Seyfi Baba’ adıyla şiirlerini yayımlayan bu şair?

Asıl adı Seyfi Tekdilek idi. 1921 yılında Fethiye’de doğmuştu ama ablasıyla İstanbul Eyüp’te büyümüştü. Kimi kimsesi yoktu. Çocukluğunu yaşayamadan gözlerini deniz astsubay okulunda açmıştı.

Hayatının 1938 yılından öncesini hatırlamıyordu. 1938 hayatının dönüm noktası idi, çünkü bu tarihte Donanma davasında Nâzım Hikmet ile birlikte tutuklananlar arasında yer alacaktı.

Pek ayrıntılı anlatmazdı ama görevli bulunduğu gemide Nâzım Hikmet’in şiirlerini okurken yakalanmıştı.

seyfi-baba-69979-1.Olayın özeti ise şu idi: Romancı Kerim Korcan’ın kardeşi Nuri Korcan da deniz astsubayıdır ve o da Nâzım Hikmet hayranıdır. Doğal olarak mektuplaşırken araya Nâzım Hikmet’ten şiirler de sıkıştıracaklardır.

Fakat Donanma’da Nâzım Hikmet’in şiirleri okunuyor, böylece komünizm propagandası yapılıyor diye ikisi de tutuklanacaktır.

Ardından yargılama derken, koskoca bir on yıl geçecektir Türkiye’nin çeşitli hapishanelerinde...

Oysa tutuklanana kadar Nâzım Hikmet ile hiç karşılaşmamış, tanışmamışlardır bile...

Duruşmaya çıktığı gün görmüştür Nâzım Hikmet’i...

“Biz onu dev gibi bir adam sanırdık” derdi, “duruşmaya girdik, Nâzım’ı da getirdiler. Üzerinde siyah çizgili bir takım elbise. Baktım, bizim gibi bir insan. O sırada bağırmışım. İlk kez o zaman göz göze geldik işte...”

Daha sonra hapishane günleri başlayacaktır.

Sultanhamam’da kumaş mağazası soyan azılı hırsızla da yatmıştır, çarığına ip bulamadığı için telefon tellerini kesen köylüyle de...

Sonra Sinop mahpusluğu... Orada İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yoksulluk yıllarında ‘kedileri nasıl kesip yedikleri’...

Bursa’da Nâzım Hikmet ile birlikte olacaktır.

Elinde ‘deniz’den başka bir meslek olmadığı için Nâzım, hapisten çıktıktan sonra yapabileceği bir iş edinmesini öğütlemiştir. Arkadaşlarından kimi dokumacı, marangoz olurken, bu da mobilya cilacılığında karar kılacaktır. Tanıştığımızda yerleşik bir dükkânı olmasa da yaşamını orada burada mobilya cilası yaparak kazanıyordu.

Otuz sekizden kırk sekize, tam on yıl hapislerde süründüğünden ‘yeni’ yazı ile yazmayı da unutmuştu. Örneğin, iş için bir adres mi not edecek, Latin harfleriyle değil, Osmanlıca, ‘eski’ yazı ile yazardı.

Bu arada şiirlerini de...

Nâzım Hikmet davasına gönül düşürdüğünden, hayatının bir yanını da şairliği tamamlayacaktı çünkü...

Aklına estikçe, kimi zaman da ucuz şarapla gönlünü şenlendirdikten sonra, Nâzım Hikmet gibi kırık mısralarla bölük pörçük kâğıtlara duygularını aktarırdı. Ben de bu şiirleri, sanki bir başka dilden tercüme edercesine ‘yeni’ yazıya çevirirdim.

Ufak tefek bir adamdı. Aramızda bulunduğu yıllarda, soyadı olan ‘Tekdilek’i kendisi dahi unutmuştu.

Şiirlerinden bir demet, ‘Gemide Denize Hasret’ adıyla ölümünden kısa bir süre önce, 1977’de May Yayınevi tarafından basıldı.

Arka kapağına şöyle bir not düşmüştü:

“Ben Seyfi Baba’yım, beğenilsin beğenilmesin, yüreğimin çırpınışını sömürülenlere duyurmak istiyorum o kadar. Bunun engellenmesi karşısında halka sesimi duyuramamak korkusu her şeyden çok yıprattı beni...”

Cenazesini birkaç arkadaş kaldırdı. Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’i gibi bir yaz günü imi temi bellisiz oldu.

13 Temmuz 1978’de kendi yalnızlığında yaşayarak, kendi yalnızlığı ile göçtü bu dünyadan...
Kendi yalnızlığında da unutuldu...

GÖMLEĞİM’den
“Dün iddianame dağıttılar,
Beni de asacaklar...
Bilirsin,
Asılanı soymazlar.
Oraya, iki şey götüreceğim.
Üzerinde
Ellerinin izi gömleğim
Ve DAVAM
Ölüm ölümdür,
Nasıl olursa olsun.
Fakat
Benim ölümüm
Bayram yerine giden bir çocuk gibi
Sevinçli ölüm...
Üzülme gülüm...”