Barış Bıçakçı, kitapları özlemle beklenen ve okuyucuları tarafından aşkla sevilen bir yazar. O zaman, bu kitabın neden böyle mesafeli bir şekilde karşılandığı ve bunun haklı bir tepki olup olmadığı üzerine biraz düşünmek gerekiyor

Barış Bıçakçı’nın yeni kitabı Seyrek Yağmur, yazarın daha önceki işleri kadar büyük bir heyecanla karşılanmadı. Adı gibi “seyrek” bir şekilde oraya buraya serpilmiş düşünce kırıntılarından, anı parçacıklarından ve dağınık hayallerden oluşan bu sıra dışı anlatı, yazardan daha kuvvetli ve bütünlüklü bir roman bekleyen okuyucuları hayal kırıklığına uğratmış gibi görünüyor.

Barış Bıçakçı, kitapları özlemle beklenen ve okuyucuları tarafından aşkla sevilen bir yazar. O zaman, bu kitabın neden böyle mesafeli bir şekilde karşılandığı ve bunun haklı bir tepki olup olmadığı üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

seyrek-yagmur-dikkatli-rifat-in-hayati-ve-hayalleri-118824-1.

Seyrek Yağmur’un maruz kaldığı en önemli eleştirilerden biri, gündelik hayatın hiç durmayan tekdüze mırıltısı içinde derin anlamlar bulmayı başaran ve hikayelerini bunların üzerinden açan Barış Bıçakçı’nın, bu kitapta genellemelere, güncel siyasete göndermeler yapması ve hatta “aforizmalara” başvurmayı tercih etmiş olması. Kimileri roman içindeki göndermeleri yersiz bulurken, kimileri de romanın baş kişisi Rıfat’ın yalnız ve “kadınsız” bir adam olarak resmedilmesini bir “Issız Adam” anıştırması olarak görüp düpedüz sinirlenmiş. Barış Bıçakçı okuyucusu hakikaten böyle. Talepkar ve kaprisli bir aşık gibi. Çok kolay öfkelenip küsebiliyor.

Fakat herhalde Seyrek Yağmur’a yöneltilen en büyük eleştiri, bu kitabın sağlam bir örgüsünün olmadığını söyleyenlerden geliyor. Bu okuyucular, kitabın roman olamayacak kadar dağınık bir yapısının olduğunu ve birbiriyle alakası olmayan bölük pörçük parçalardan oluştuğunu iddia ediyorlar. Gerçekten de kitap ilk bakışta dağınık görünüyor. Hatta bazı bölümlerin kitabın başında olmak yerine sonunda yer alabileceği hissine kapılıyoruz. Ancak işin aslı öyle değil. Bana kalırsa, Barış Bıçakçı kitabın üst katmanını oluşturan bu dağınıklığı gayet planlı bir şekilde tasarlamış ve kitabın içeriğini aktarmak için en iyi yöntemi ararken sonunda bunda karar kılmış. Bu kararı verirken, romanının ana karakteri Rıfat’ın kişiliği kadar içinde yaşadığımız zamanın ruhunu da dikkate aldığını düşünüyorum.

Seyrek Yağmur’u okuyan biraz dikkatli ve sabırlı bir okuyucu, ilk bakışta birbiriyle ilişkisiz gibi görünen bütün bu parçacıkların kendi içinde bir izleği takip ettiğini fark edecektir. Hayatın savrukluğu ve acımasızlığı etrafında şekillenen bu izlek bizi kitabın hem siyasi hem de varoluşsal temaları ile buluşturuyor. Barış Bıçakçı, diğer romanlarında da rastladığımız bu izleği kurgularken, her zaman yaptığı gibi, sevdiği yazarlarla söyleşmeye devam ediyor. Flannery O’Connor’dan Coetzee ve Cortazar’a, Ahmet Hamdi’den İkinci Yeni’ye ve Oktay Rıfat’a birçok yazar ve şairle diyaloğunu sürdürüyor. Bunların bazıları ismi ve cismi ile karşımıza çıkıyor. Bazıları doğrudan bizimle konuşuyor (kitabın finalindeki harika mektuptan bahsetmemek için kendimi zor tutuyorum). Kimilerinin ise hayaletleri sayfaların arasında bir görünüp bir kayboluyor: Güzel bir günde uyumak arzusuyla dolanlar Fernando Pessoa ile, çamaşır deterjanı ve ütü kokan bir pazar öğleden sonrasında radyodan gelen futbol maçına kulak verenler Tezer Özlü ile, sinemanın önünde bekleşenler de Sait Faik ile buluşuveriyor.

Fakat bu yazarlardan biri var ki, bütün kitaba damgasını vurmuş: Seyrek Yağmur başından sonuna kadar Yannis Ritsos’un unutulmaz kitabı Dikkatli Ariostos ile konuşmayı sürdürüyor. Ondan ilham alıyor, onu yankılıyor. Şiirsel dili, gündelik hayata yayılan ağır hüznü anlatmaktaki becerisi ve özellikle de dünyanın acıları karşısında algısı bölünerek dağılmış kahramanı ile bu kitabı kendine bir yol haritası olarak almış sanki. Dolayısıyla, Bıçakçı’nın Rıfat’ı da, iyice keskinleşmiş farkındalığı ile Ritsos’un anlatıcısı gibi okuyucunun önünde kederli bir şaşkınlık içinde kalakalmış gibi görünüyor.

Bu şaşkınlık bize tanıdık geliyor. Barış Bıçakçı’nın daha önceki romanlarından biliyoruz onu: Hayatın öngörülemezliği karşısında duyduğumuz korkuyla karışık şaşkınlık bu. Dünyanın bize tamamen kayıtsız olduğunu hissettiğimiz anlarda sersemliyoruz. Her şeyin tamamen raslantısal olduğunu fark ediyoruz çünkü. Dünya irademize boyun eğmiyor. Varlığımız hiçbir gereklilik taşımıyor. Bu varoluşsal endişe Seyrek Yağmur’un önemli temalarından birini oluşturuyor. Yeğeni Ali ile yaptığı bir pinpon maçında, Rıfat onun topu kaybettiğinde nasıl afalladığını anlatıyor mesela:

“Top masanın kaplamasının kabardığı yerlere geldiğinde ya hiç zıplamıyor ya da beklenmedik yönlere doğru aşırı zıplıyor. Ali böyle zamanlarda bildiği her şeyi unutmuş gibi elinde raketiyle kalakalıyor.”

Hayatın pek de idare edemediğimiz bir maç olabileceği fikri romanın daha ilerideki bölümlerinden birinde yeniden karşımıza çıkıyor. Rıfat’ın huzurevindeki bunak babası her gün içindeki canavarı oyalamak için onunla pinpon maçı yaptığını söylüyor. “Bazen top kayboluyor, maç duruyor,” diyor oğluna. İşte o günlerde zihnini bulandıran canavar geri çekiliyor ve baba oğlunu yeniden tanıyabilir hale geliyor: “Top kaybolduğu zaman oğlumsun!”

Gerçek şu ki, arada bir durmuş gibi görünse de, aslında maç hep devam ediyor. Top durmadan dönüyor dönüyor. Vurduğu yerde iz bırakıyor üstelik, geçmeyen yaralar açıyor. Barış Bıçakçı bunun farkında. Onun için karakterini hiç bitmeyen bu maçın anlatıcısı haline getiriyor. Hayatın dinmeyen acıları üzerine düşünen biri yapıyor onu. Onunla beraber bizi de tabii. Sonuçta, üzerinde hiçbir kontrolümüz olmayan ve tamamıyla acımasız (en çok da ölmemize izin verdiği için acımasız) bir dünyayla karşı karşıya bırakıyor bizi.

Halbuki bu böyle olmasın istiyoruz. Acılar ve ölümler sona ersin istiyoruz. Mücadelemiz bu yönde. Rıfat’ın babasının kaldığı huzurevinde imza toplayan yaşlılardan birinin dediği gibi: “Kederin zorunlu olmaktan çıkarılıp seçmeli hale getirilmesini istiyoruz.”

İşte böyle anlarda, Barış Bıçakçı’nın varoluşla ilgili eski meselesine artık siyasi bir anlam da yüklediğini görüyoruz. Bunun için ona çıkışabilir miyiz? Şu anda Türkiye’de yazan herhangi biri ülkeye yayılan kedere ve umutsuzluğa kayıtsız kalabilir mi? Elini uzatıp sağaltmak istemez mi? En azından bunun ruhunda yarattığı parçalanmaya dair bir şey söylemek istemez mi? Barış Bıçakçı da bunu kendi yöntemiyle yapmış. Usul usul ve derinden. Bildik hamasi laflara başvurmadan, meseleyi basitleştirmeye kalkmadan ve dünyanın acısını varoluşun acısından ayırmaya teşebbüs etmeden.

Dikkatli Ariostos’u neden çok sevdiysem, Seyrek Yağmur’u da aynı sebeple alıp bağrıma basıyorum. Yağmur suyu gibi kuytularda biriktiği için, sesini hiç yükseltmediği ve tamamen şirazesinden çıkmış bir dünyayı pırıl pırıl bir su birikintisi gibi sakin ve telaşsız bir şekilde okuyucuya yansıttığı için.