Yirmili yaşlarında üç genç kadın, Deirdre, Heather ve Charlotte, Mojave Çölü’nün ortasında bir villaya geliyorlar. Niyetleri, Heather’ın babasına ait villanın boş olmasından faydalanıp hafta sonu meteor yağmurunu izlemek ve bolca eğlenmek.

Ama bunlar ‘yoldan çıkmış’, ‘bozuk’ kadınlar… Önce Deirdre’yi görüyoruz; sürekli yarı çıplak gezen, emir vermeyi seven, sosyal medyadaki takipçilerinden başka hiçbir şeyi önemsemeyen, belli ki yönetmen-senarist Sam Walker’ın yazarken özdeşleşmeyelim diye özel bir çaba gösterdiği rahatsız edici bir alfa karakter.


Sonra Heather geliyor; kendine rol model olarak Deirdre’yi seçmiş ama onun kadar cesur olamayan pasif karakter.

Ve nihayet, yönetmen-senaristin asıl özdeşleşme nesnesi olarak belirlediği Charlotte. Her şeyden önce, diğer kızlar gibi sarışın değil, dişiliği onlarınki kadar bariz değil, onlarla aynı sınıftan değil -bir evcil hayvan dükkânında çalışıyor. Bu ‘değil kadın’ı arkadaşları ‘Charles’ diye -erkek ismiyle- çağırıyor, böylece ‘dişilik’ denilen o korkunç şeyin biraz daha dışına itiliyor. Ama Charles da yoldan çıkmışlık konusunda arkadaşlarından geri kalmıyor.

Bu üç ahlak yoksunu, gece içki ve esrarlı sigara eşliğinde meteor yağmurunu izlerken, meteorlardan biri villanın havuzuna düşüyor. Sonradan bunun meteor değil tuhaf bir hayvan olduğu, ama daha önemlisi, istilacı bir uzaylı ırkın eril üyesi olduğu anlaşılacak. Önce Deirdre, sonra da Heather bu uzaylının yavruları için taşıyıcı annelik yapacaklar. Charles korkunç durumu fark edip engel olmaya çalışacak ama nafile, kadınlar yüzünden dünyanın mahvoluş süreci başlayacak.

Sam Walker’ın yazıp yönettiği The Seed (Tohum) adlı bu film, aslında 2021 yapımı olmasına rağmen, ilginç bir tesadüfle tam da 8 Mart haftası internet ortamına düştü. Eh, böyle olunca da, kadınlığın ne kadar kötü ve tehlikeli bir şey olduğunu anlatan film kaçınılmaz olarak daha çok ilgi çekiyor.

Uzaylı istilası filmleri, 1950-’60lı yıllarda altın çağını yaşıyordu, çünkü Soğuk Savaş vardı ve ‘ideolojik hikâye üretim merkezi’ Hollywood’un yaptığı bilim-kurgu filmlerinin tamamına yakını, farklı bir dünyadan gelen istilacıların Amerikan yaşam tarzını nasıl yok edeceğini anlatıyordu. Kötü uzaylılar çoğunlukla komünizmin sembolüydü. Bazı durumlardaysa, o günlerde kim ABD’nin canını sıkıyorduysa -’çekik gözlüler’, ‘kara derililer’, ‘sarı tenliler’, başta Küba olmak üzere arka bahçenin (Güney Amerika) çocukları vd.- uzaylı skalasının genişliği ona göre değişiyordu.

Bu film, sırtını kadın düşmanı dinsel-mitolojik anlatılara dayayarak doğrudan kadınları hedef alıyor. Önce, kendisini görmesek de sürekli adı geçen ‘baba’ ve onun çölün ortasındaki cennet gibi villası var. Üç kadın -burada da kadın düşmanlığının mitolojik ve kültürel arkaplanından parçalar var: Macbeth’e kehanette bulunan üç cadı, insanların kader ipini ören ‘Norn’ adlı üç dişi varlık vd.- bu villada güzel zaman geçirebilecekken, onu kirletmeyi tercih ediyorlar. Bu kötü alışkanlıklarından değil, varoluş temellerinden kaynaklanıyor. Oysa villada ‘babanın hükmü’nü icra edecek bir erkek olsaydı, dünya mahvolmayacaktı!

Senarist-yönetmen bu konuda öyle sağlam bir inanç taşıyor ki, filmde yer alan iki erkekten birini, sanki bu korkunç olaylar dizisinde tüm suçu esrar ve alkolün etkilerine atmayalım diye senaryoya yerleştirmiş gibi görünüyor: O gün villanın bahçesinde çalışmak için gelen 15 yaşındaki Brett’in de ‘kafası güzel’dir, ama tuhaf yaratığın tehlikeli olduğunu anladığı anda ortamdan uzaklaşır. Kadınlar ise, bu şeytanı kendi kendine ölsün diye bırakmayıp eve alırlar -üçünün de ismi Eve (Havva) olabilirmiş aslında… Diğer erkek ise, filmin finalinde ortaya çıkan işlevsiz bir kovboy.

The Seed, üstünde bu kadar durulmayı hak edecek bir film değil aslında, ama meselenin örneğin sadece İstanbul Sözleşmesi’ni kabul edip etmemek gibi politik oyunlara indirgenemeyeceğini, erkek-egemen zihniyetin beyazperdede -genel olarak kültürel üretim alanında- hâlâ nasıl bir iktidar gücüne sahip olduğunu, böyle kötü bir senaryonun filmleştirilebildiği bir dünyayı göstermesi açısından önemli…