MELİKE UZUN Cogito’nun 1996 6-7. sayısının önsözünde Özlem Solok şiddete dair çarpıcı bir olay anlatır. “Altı ve sekiz yaşlarındaki iki erkek çocuğu Liverpool’daki en işlek alışveriş merkezinde kaybolan beş yaşında bir başka erkek çocuğunu, annesine götüreceklerini söyleyerek elinden tuttular, hiç acele etmeden dışarı çıkardılar. Sıkça kullanılmayan, şehir merkezinden biraz uzakta, bir tren yoluna götürdüler. İşkence […]

Şeytanın tezahürü olarak kötülük

MELİKE UZUN

Cogito’nun 1996 6-7. sayısının önsözünde Özlem Solok şiddete dair çarpıcı bir olay anlatır. “Altı ve sekiz yaşlarındaki iki erkek çocuğu Liverpool’daki en işlek alışveriş merkezinde kaybolan beş yaşında bir başka erkek çocuğunu, annesine götüreceklerini söyleyerek elinden tuttular, hiç acele etmeden dışarı çıkardılar. Sıkça kullanılmayan, şehir merkezinden biraz uzakta, bir tren yoluna götürdüler. İşkence yaparak öldürdüler.” Bu olay insanın doğasına ilişkin bir fikir verdiği kadar, bu doğanın, insana secde etmeyen şeytandan bir parça taşıyor olduğunu da düşünmemize neden oluyor. Değil mi ki insanlığa dair her kavramı erdeme ve iyiliğe dayandırmaya çalışıyoruz, öyleyse gerekçesiz, ham haliyle kötülük insanın şeytanı içinde taşıdığı tarafından fışkırıyor olmalı.

İnsanlığın en eski hikâyeleri kıskançlık, kötülük ve şiddet üzerinedir. Günümüz edebiyatı biçim ve üslup değiştirmiş olsa da kökenini çoğunlukla şeytanın ve insanın ortaya çıkış mitlerinden, Habil ve Kabil’in kıskançlık ve şiddet dolu hikâyesinden alır.

Edebiyatta şeytanın mitolojik, doğaüstü bir varlık olarak, insan kılığında yer aldığı görülür. Türk edebiyatında ise iblisin, fantastik bir unsur olarak insan kılığına büründüğü vurgulanmaksızın, gerçekliğin bir parçası olarak, kötülük, kötü insan biçiminde yer bulduğunu görüyoruz. Türkçe romanların çoğunda ‘kötülük’ insanın özüne, var oluşuna dair bir problem, insanın içindeki iki zıt kutuptan biri olarak ele alınmak yerine bir kurumun, somut varlığa işaret eden bir yapının, sosyolojik bir boyutun uzantısı olarak yer bulur. Karakterler çoğunlukla geniş toprak sahibi bir ağa oldukları için, Nazilere özenen faşist örgütlenmelerin içinde yer aldıkları için, ya da Tanzimat ve sonrasında sıkça gördüğümüz haliyle Batılılaşmanın kötü tesirlerinin birer kanıtı oldukları için kötülerdir.

Oysaki kötülük tüm sosyolojik gerekçelendirmelerden uzak saf haliyle şeytanidir. Kötü, kendisi için kendinden dolayı var olur. Şeytani kötülüğü en fazla saf bir güç arzusu, kıskançlık, şiddet dürtüsü, sonsuz yaşam ve gençlik isteği ile gerekçelendirebiliriz. Bu anlamda Dorian Gray’in öyküsü şeytanidir. Yavru Ceylan’ın yoksul karakteri şeytanidir ama Abdi Ağa’nın kötülüğü kendinden değil ağalığından menkul olduğundan oradaki kötülüğü ayrı tutmak gerekir. Bizim edebiyatımızda Abdi Ağa’nın varyasyonlarına sıkça rastlansa da Dorian Gray’deki gibi kötülüğe herhangi bir toplumsal kurumun bağlayıcılığından uzak, kendiliğinden, kendisi için tutunan karakterlere daha az rastlanır.

Uzunca bir süre yok sayılmasına rağmen artık, Türk edebiyatında kötülük, dendiğinde aklımıza gelen ilk yazar Nahid Sırrı Örik oluyor. “Kardeş, kardeşlik” sözleri her ne kadar barış içinde dayanışarak yaşamanın bir imgesi olarak kullanılsa da Habil ve Kabil’deki tersten bakış (belki de düz) çoğu kez kavramın karanlık bölgede gizlenen gerçeğini oluşturuyor. Nahid Sırrı Örik Tersine Giden Yol ve Kıskanmak romanlarında bu karanlık bölgeye giriyor. Kıskanmak romanını bütünüyle bunun üzerine kuruyor. Kardeş kıskançlığı. Seniha’nın hem ailede hem toplumda kabul gören ağabeyine duyduğu kıskançlık bir nevi Kabil’in Tanrı’dan kabul gören Habil’e duyduğu kıskançlıktır. Seniha’nın yıllarca biriktirdiği kini soğukkanlılıkla aldığı intikam bile yok edemez. “Ancak ağabeyi kendinden önce ölürse, ağabeyinin kendinden evvel toprağa verildiğini öğrenirse belki de biraz sükun bulacak, kendisi iyi kötü yaşarken toprakta toprak olmuş bir ölüyü artık belki de pek kıskanmayacaktı…” Kinin ve kıskançlığın yok olması için tek çare ölümdür, Seniha abisini öldürseydi kendisine zarar verirdi, o intikam almak için yıllarca bekleyip hesaplar yaptı, hesaplarını abisini öldürmeye kadar götürmedi ama nefretinin ancak bu şekilde soğuyacağını kendi kendine itiraf edecek kadar kötülüğü içselleştirmişti.

Tersine Giden Yol’da hikâye Cezmi ve Sena karakterleri üzerinden ilerlese de iki kardeş olan Hüseyin Hasip Paşa ve Hayreddin Paşa’nın ilişkilerine sıkça değinilir. Hayreddin Paşa oğlu Cezmi’yi evlatlıktan reddeden kardeşi Hüseyin Hasip Paşa’yı yanlış yolda olduğuna dair ikna etmeye çalışır. Bu ikna çabasında ne Hayreddin Paşa yeterince samimidir ne de Hüseyin Hasip Paşa ikna olmaya açıktır. Hayrettin Paşa varlıklı olan kardeşini kıskanır. Arabuluculuk yapmaya çalıştığı bu baba oğul ilişkisinin geldiği noktadan pek memnundur. “Her şeyini her zaman şiddetle kıskanmış olduğu büyük kardeşinin bu saadetini nihayet ödemeye başladığını öğrenmek, Hayrettin Paşa’yı içten içe sevince gark etmişti” “Cezmi bir müddet sonra işi serseriliğe dökebilir ve bir gece odaya kadar süzülüp girerek kasayı boşaltmaya çalışırken babasıyla karşılaşmasından facialar doğabilirdi. Miralay bu halleri fazla ıstıraba kapılmadan, hatta belki garip bir hazla düşündü ki sahneler bile tasavvur etti.”

Abdülhamit Düşerken’de ise anne ve kızın sonu gelmez çekişmeleri ve mücadelesi bir dönem romanı sayılabilecek bu kitaba yine Nahid Sırrı Örik damgasını vurur. Karakterler içlerinden hep kötülük geçirirler ancak çoğunlukla bunu hayata geçirmezler. Başka bir deyişle kaba bir biçimde şeytana uymazlar, ancak bu, içlerindeki şeytanın sözünü incelik ve sessizlik içinde dinlemelerini engellemez.

Nahid Sırrı Örik, kitaplarında kötülüğün dünyasını yaratmış, yarı aydınlık yarı karanlık, iyi melek kötü melek zıtlığını birleştiren insanların kötü melek tarafına eğilmeyi seçmiştir. Bu yüzden çağdaşlarından apayrı bir yerde durur.