William Peter Blatty’nin romanı The Exorcist/Şeytan‘dan (1971) aynı isimle uyarlanan 1973 tarihli meşhur korku filminin içerdiği ideolojik sorunların en büyüğü toplumsal cinsiyetle ilgilidir: Ortadoğu topraklarında ortaya çıkan şeytan, içine girmek için ‘erkeksiz’ bir kadının ‘babasız’ kızını seçer. Toplumsal ahlaki değerlerle pek ilişkisi bulunmayan, hiç kiliseye gitmeyen ‘serbest’ ve entelektüel oyuncu anne kızını sadece babasından değil ‘evrensel baba’dan da (Katolik kilisesinin tanrısı) mahrum ederek şeytanın hedefi haline getirmiştir.

Bu tür anlatılarda sorunun kaynağı sadece Hıristiyanlık değil tabii; tüm tek-tanrılı dinler bir erkek tanrı üstüne inşa edilince şeytanın hedefi, hatta bizzat kimliği kendiliğinden belli oluyor. Tanrı ile erkeğin neredeyse bir ve aynı şey olduğu bir dünya tasarımı bu: “Ibn Abbâs şöyle demiştir: Peygamber ‘Bana cehennem gösterildi, bir de gördüm ki cehennem ahâlîsinin çoğu kadınlardır. Onlar küfr ederler’ buyurdu. Bunun üzerine ‘Allah'a mı küfr ederler? diye soruldu. Peygamber: ‘Onlar kocalarına karış küfrân ederler, iyiliğe karşı küfrân ederler.’” (Sahih-i Buhari, Çev: Mehmed Sofuoğlu, Ötüken Yay., 2009)

Evrensel kötülüğün spesifik üreme alanı olarak ‘erkeksiz kadın-babasız çocuk’ motifinin zirvesi olan Şeytan’ın üstünden 43 yıl geçti. Bu 43 yılda insanlık hayal bile edilemeyecek bilimsel ve teknolojik ilerlemelere tanık oldu lakin nasıl olduysa ataerkil inançlar zayıflayacağına daha da güçlendi; ‘şeytanın hedefi olarak yalnız kadın ve babasız çocuk’ anlatıları sinema ve korku edebiyatında hızını kesmeden ilerliyor. Kadın cinayetlerinin, çocuk ve kadınlara yönelik cinsel saldırıların tavan yaptığı, hatta anayasanın bile ‘bağırta bağırta’ geçirileceğinin ilan edildiği son zamanların en şiddetli erkek-egemen yılı olan 2016’ya veda ederken gösterime giren Incarnate/Şeytanın Oğlu da bu anlatıların bir örneği…

Bu filmde Cameron adlı çocuğun iblis tarafından kolayca ele geçirilmesinin çok bariz bir nedeni var: Annesi çocuğun babasıyla görüşmesine izin vermiyor. Gerçi adam çocuğa şiddet uygulayıp kolunu kırmış ama bu çocuğun baba otoritesinden mahrum bırakılmasını gerektirmeyecek kadar önemsiz bir olay; babadan uzaklaşmak tanrıdan uzaklaşmak demek… Dahası, çocuğu ele geçiren iblis de bir kadın! Daha da fenası, bu dişi iblis Cameron’a bir evsiz kadından geçiyor!

Burada çocuğun ‘babasız’ yaşamasına yol açarak otoriteyi zedeleyen anne karakterini oynamak üzere Game of Thrones dizisindeki en güçlü ve korkutucu kadın karakterlerden ‘kızıl rahibe’ Melissandre’yi canlandıran aktrisin seçilmesi filmin temel sorusunu iyice vurguluyor: Erkeğin/babanın/tanrının hükmünü mü kabul edeceksin yoksa kadının/annenin/şeytanınkini mi?

Bilinçdışı olgusunun sinema tarihinde örneği görülmemiş denli yanlış tanımlandığı ’nda babalar ölüyor, babalar gelip gidiyor ama nihayetinde bu zincir en büyük babaya, bir haçla sembolize edilen katolik tanrısına bağlanıyor; nihayet tanrının ve ortada olmayan babanın yerini dolduran sembolik baba figürü sayesinde çocuk Maggie adlı iblisin işgalinden kurtuluyor. Ama durun, filmin sonunda kazanan yine kadın/şeytan olacak!

Oysa biliyorsunuz gerçek hayatta bunun tam tersi yaşanıyor: Aşırı düzeyde penetratif iktidar birimlerinin eril söylemleri üzerine kurulmuş şiddet dolu bir hayat yaşıyoruz. Anaerkil bir toplumsal yapıda yaşasaydık neler olabileceğini bilemeyiz tabii, ama yine de şu Hollywood filmlerinin pompalayıp durduğu ‘şeytani kadın’ evrenlerinden birini deneyimleme şansımız olsaydı keşke! Temeli İbrahim’in İsmail’i kesme girişimine, zirvesi İsa’nın çarmıhta başını göğe kaldırıp “Baba, ruhumu ellerine bırakıyorum.” demesine dayanan, inanç kaideleri oğulların babaları tarafından kurban edilmesi üzerine oturtulmuş bir dünyanın insanları olarak o zaman görürdük iyi neymiş, kötü kimmiş, şeytan bunun neresindeymiş...