Yazar Aytül Akal: Sezgilerimin peşinden gittim

KADİR İNCESU

Aytül Akal, ilk kitabı ‘Geceyi Sevmeyen Çocuk’un yayımlandığı 1991’den bu yana, 180’e yakın kitaba imza attı. İlk günkü heyecanı ve coşkusu ile de yazmaya devam ediyor. Akal ile Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan 5 kitaplık Tittirikler dizisi ve çocuk edebiyatı üzerine konuştuk.

>> Bugüne kadar yayımlan kitaplarınızdaki dili kullanmadaki özeniniz nedeniyle Dil Derneği 87. yıl Onur Ödülüne değer görüldünüz. Bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Dil Derneği’nin 87. Yıl Onur Ödülü, benim için çok özel, çok değerli… Elbette her ödül değerlidir ama bu başka… “Ülkemize ve Türkçemize emek veren” ifadesiyle, tek bir kitabıma değil, tüm kitaplarımda kullandığım dilin ve yıllardır edebiyat alanında yaptığım çalışmaların onurlandırıldığını hissetmek beni çok mutlu etti.

Nehir gibi akan derinlikli güzel dilimizi, harflerini düşürüp sözcüklerini seyrelterek sanattan yoksun bırakan iletişim biçimlerinin karşısında yaşatmaya, geliştirmeye çalışan Dil Derneği’ne bu nedenle şükran duyuyorum.

>> Düşünsenize, sözcüklerimiz kaybolur, dilimiz kuraklaşırsa nasıl hayal kuracağız, nasıl iletişim kuracağız, emojilerle mi?

Yazma merakım daha ilkokulda başlamıştı. İlkokul öğretmenim sınıfta öykülerimi okuturdu. Daha o zamanlardan yazar olacağımı biliyordum, ama kuşkusuz ki henüz dilbilgisi kurallarının çok iyi uygulayıcısı değildim. Güzel dilimi kurallarıyla içselleştirmemi sağlayan, 6.sınıftaki Türkçe öğretmenimdir. Herkesin üç yanlışına bir not düşürürken, benim bir yanlışıma bir not düşürürdü. O zamanlar öğretmenin, bana ceza gibi gelen bu seçiminin, aslında ne büyük bir armağan olduğunu daha sonraki yıllarda kitap yazmaya başlayınca fark etmiştim.

>> ALMA’ya aday gösterildiniz, neler hissediyorsunuz?

Dünyanın en büyük çocuk edebiyatı ödülü olan Astrid Lindgren Anma Ödülü'ne (ALMA), İTEF'in 2020 Türkiye adayı olmaktan büyük onur duydum. Bu ödüle bir kez de 2012’de aday gösterilmiştim. ALMA'ya nitelikli çocuk ve gençlik edebiyatı eserleri veren ve okuma kültürüne katkıda bulunan yazar, çizer ve kurumlar aday gösterilebiliyor. Bu yıl 68 ülkeden 237 aday belirlenmiş. ITEF yazar olarak beni, çizer olarak Huban Korman’ı, Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği ise üyeleri arasında yaptığı sormaca sonunda Ayla Çınaroğlu ve Mustafa Delioğlu’nu aday gösterdi.

>> Yeni kitaplara kadar nasıl bir masal yazma tekniğiniz vardı?

Pek “teknik” demeyelim, yazma tekniğiyle ilgili hiçbir şey araştırmadım, bilmiyorum. İlk kitaptan bu yana yalnızca çocuğa yakın dilimin ve onlarla özdeşleşen hislerimin izinden gittim.

Bir örnek vereyim: 1989 yılında iki buçuk yaşındaki küçük oğluma masal anlatmaya başlamıştım. Kerem yemeklerini yemiyor ya da Ayşe ip atlıyor diye özel isim kullandığımda, hemen itiraz ediyordu: “Hayır Kerem yiyor,” ya da “Hiç de bile Ayşe ip atlamayı bilmiyor!” gibi… Yuvada karşılaştığı arkadaşlarıyla ya da komşu çocuklarıyla özdeşleştiriyordu kahramanları. Kim bilir, belki de ertesi gün Kerem’le karşılaştığında, “Sen yemek yemiyormuşsun” diye benden duyduğunu tekrarlıyordu.

Oysa ben kahramanı başkasıyla değil, kendisiyle özdeşleştirsin istiyordum, masalları onun için kurguluyordum. Özel isimlerin masalla çocuğun arasında engel oluşturduğunu o zaman fark ettim. Çevresinde aynı isimde biri varsa, kahramanı onunla karşılaştırıp gerçeğe uymayan farklı bir davranışla karşılaştığında itiraz ediyordu, “O öyle yapmıyor” diye. Konu dağılıyor, masalın büyüsü kayboluyordu. Böylece, Kızamık Olan Fil, Geceyi Sevmeyen Çocuk, Canı Sıkılan Aydede, İp Bacaklı Uzaylı Çocuk gibi isimler taktım kahramanlara; bilindik özel isim hiç kullanmadım.

2000 yılına kadar, yazdığım hiçbir masalda ya da öyküde, özel isim yoktur. Ama ne zaman ki Süper Gazeteciler adlı polisiye romanı yazmaya başladım, artık özel isimlerden kaçmam olanaksızdı.

Bir de kitapların evrenselliğini göz önünde bulundurarak Türkçe harfleri olmayan isimleri yeğlerim. Kağan’ın Kagan, Gökçin’in Gokcin, Şiir’in Sıır, Çağla’nın Cagla diye okunmasını istemem. Çok araştıran okur ancak Zombili Mombili Roman’da Özgür, Gönül gibi Türkçe harfli isimler bulabilir ki onlar da belli nedenlerle, özellikle seçilmişlerdir.

Üslubumda, yazma tekniği kitaplarında yer alan özelliklerden herhangi biri ya da üçü beşi varsa, bilin ki tamamen rastlantıdır; dediğim gibi öyle bir eğitim görmedim, araştırmadım, ilgilenmedim. Yalnızca sezgilerimin ve özdeşim gücümün peşinden gittim.

>> Ya şimdi?

Şimdi? Şimdi aynı. Hiç değişmedi: Güzel dilim, sezgilerim, hayallerim, tutkum, içtenliğim, özdeşim gücüm…

>> Gelelim Tittirikler’e… Tittirikler nasıl doğdu?

Son yıllarda yazdığım resimli kitaplarda, metin görsel olarak canlanabildiği oranda sözcüklerimi eksiltiyordum. Az yazı, çok resim; sözsüz kitaba kadar giden eğlenceli bir yol... Sayfalar dolusu anlatımlar, betimlemeler, yönergelerle yazıyordum öyküyü ama kitap sayfalarında şiir gibi az ve öz sözcükle damıtılmış anlatımlar yer alıyordu böylelikle. Okuyan düşünsün, öyküyü kendi geliştirsin; resimler, hayal gücünü uçursun, yeni öykülere dönüştürsün diye.

Sonra birden farkına vardım: 1991’de yayımlanan masallarımın hâlâ okunuyor olması bana neden ipucu olmamıştı ki? Az yazılı resimli kitaplara evet, ama ya dil? “DİL”i nasıl geliştireceğiz? Dilini iyi bilmeyen çocuk, kaç sözcükle kuracak hayallerini, hangi sözcüklerle anlatacak kendi öykülerini? Düş nasıl kuracak? Duygularını nasıl tanımlayacak? Kendini, kim olduğunu nasıl anlayacak? Aile içinde kullanılagelenden farklı sözcük ve kavramları nereden öğrenecek, hele hele… okunanın ardındaki göndermeleri, anlamları nasıl çözecek? Aynı sınırlı dilin çevresinde dön dolaş dur...

Ah, sözcükler öyle değerli, öyle sihirli ki. Belki o sihiri yeniden yakalamalı, yeni masallar anlatmalıydım çocuklara.

Tittirikler işte böyle doğdu. Bir idi iki oldu, iki idi üç oldu ve sonunda beş kitapta bitti. Çocuklar ve eğlenceli canavarlar, her okulda en çok olması gereken konularda buluşuyor: Resim, müzik, spor, tiyatro, bilim...

>> Bu dizideki kitapları yazarken hangi düşünce ön plandaydı?

Burada sanatın çoklu tanımlarına girmeyeceğim, bu bilgiye her zaman kolayca ulaşılabilir. Ben kısa ve öz olarak, “İnsanı insanlaştıran, sanattır” diyeceğim.

Okulların gerek içerik gerekse görsel olarak sıkıcı yerler olmaktan çıkıp, çocukların özgürlüklerini ve yaratıcılıklarını sanatla destekleyecek eğlenceli mekânlar olması gerektiğini düşünüyorum. Eğitimde çalışma isteği ve bilginin kalıcılığı, zorlamayla değil, oyunla, sanatla sağlanabilir. Bu konuya pek çok öyküde ya da resimli kitapta değinmişimdir.

Tittirikler çok korkunç olduklarını iddia etseler de, onlar, çocukların yarattığı komik canavarlar. Çocuklarla birlikte gizlice derslere girip çıkıyorlar. İlk kitap “En Korkunç Şeyler”, resimle ilgili. Diğerleri sırasıyla, En Gürültücü Şeyler, En Eğlenceli Şeyler, En Heyecan Verici Şeyler, En Komik Şeyler...

Kitapların çizimleri, Oğuz Demir’in. Olağanüstü karakterler ve kompozisyonlar yarattı. Kendisi uluslararası tanınmış bir sanatçı zaten. Bilgi Yayınevi’nin kitapların hazırlanma aşamasındaki özeni de, kitapların “sanat” vurgusuyla çok iyi eşleşti.

>> Çocuk kitaplarının resimli olması anlatılan konuyu nasıl etkiliyor?

Kitapların resimleri, hikayenin henüz okumayı bilmeyen çocuklar tarafından özgürce metinden bağımsız kurgulanabilmesine fırsat tanır. Okumayı bilenler için de, satır boşluklarında, cümle sonlarında nefes alma fırsatı...

Ayrıca metinle resimleri karşılaştırarak farklılıkları yakalama ve küçük ayrıntıların nedenleri üzerine düşünme fırsatı vermesi açısından da, yaratıcılığı destekliyor.

Bazen gözden kaçan nokta, çocuk okurları, dilini zenginleştirip güçlendirmeden çok önce, gerek dil ile gerekse resimlerle yoğunluklu olarak simgelere dayandırılan bir öyküyle buluşturmak oluyor ki, o zaman kitapla arasına farkına varmadan dev bir duvar örmüş oluyoruz.

Öte yanda resimlerin niteliği, metni kendi düzeyinden daha yükseğe taşıyabilir ya da aksine, değersizleştirebilir. Bu nedenle metinle resimlerin birbiriyle sanatsal uyumu çok önemli.

>> Yazmaya başladığınız günlerden bugünlere çocukların beklentileri nasıl bir değişim gösterdi?

Çocuklar, kendi dönemlerindeki uyaranlarla büyüyor, onları tanıyor. Cep telefonu, bilgisayarı, televizyonu olmayan, evine sabit telefon hattı bağlantısı için 15 yıl sıra beklemek zorunda kalan, şehirlerarası görüşmelerde araya santralın girdiği bir dönemi tanımıyor.

Kitapların işlevi, “bak geçmişte bunlar yaşandı” diye bir eğitim vermek değil, o zaman ders kitaplarından söz ediyor oluruz ki çocukların kitaplardan beklentisi ders ders ders olamaz, değil de.

Okur, kitabın öyküsünde kendisini bulur, henüz deneyimlemediği bir yaşam içinde neyi nasıl yaparsa nasıl bir sonuca ulaşır, hangi noktada neyi değiştirebilirdi diye yaşamla ilgili çok değerli sonuçlara varır. Kısacası, neden-sonuç ilişkisini çeşitli boyutlarıyla deneyimler. Kendisini kahramanın yerine koyamadığı bir öykü içinde alımlamalar yapabilmesi ise çok zor.

Beklentilerin pek değişmediğini düşünüyorum. Çocuk, öyküdeki macerayı yaşamak ister. Biz de çocuğu yakalayacak ilginç konular ve nehir gibi akan bir dil ile bu beklentiyi sağlamaya çalışırız.

Önemli bir beklenti de, içtenliktir. Kitaplarda okur ve yazar arasında bir duygu paylaşımı vardır. Eğer yazar yazdıklarında samimi değilse, yazdığını kendisi hissetmeden yüzeysel yazıyorsa, çocuk okur bunu derhal fark eder.

>> 40 yıl önce yazdığınız bir masalın bugün de aynı ilgiyi görmesi yazarın anlattıklarının mı, anlatımının mı gücündendir?

Her canlının dünyada var olmaya eşit hakkı olduğuna inanırım ve yazdıklarıma da yansır bu evrensel bakış. Bu nedenle eskimeyen bir yazarım. Düşünsenize 1989 yılında anlattığım ve 1991 yayımlanan masallarım bile güncelliğini yitirmedi, bugün hâlâ okunuyor.

Konular, kurgu, evrensellik… Evet ama sonuçta seçtiğiniz konu ne kadar ilginç, kurgu ne kadar heyecanlı olursa olsun, metni okutan aslında dilin akıcılığı ve mükemmelliğidir.

>> Bir tarafta yazarın bin bir özenle seçtiği sözcüklerle yazdığı kitaplar… Diğer yanda başta sosyal medya ve diğer mecralar… Çocukların dille olan bağları her an kopuyor… Sizin bu konuyla ilgili tespit ve önerileriniz var mı?

Evet, çok üzülüyorum. Zaten masallara bu yüzden döndüm. Tittirikler de o yüzden yazıldı; güzel dilimizle okumak, yazmak için.

Bana mektup yazan çocukların kitaplarımı okuyup okumadığını, kullandıkları dilden hemen anlarım. Çünkü okudukça, dili içtenleştirmeye başlar, çoğu kez aynı kalıplar içinde, doğru kullanmaya başlarlar.

Okurlar hemen her kanaldan ulaşırlar bana: e-posta, instagram, facebook, hatta whatsapp. Eğer harflerini, sözcüklerini eksilterek yazmışlarsa, “Ne dediğini anlayamadım” diye yanıt veririm ve yeniden “doğru dil” ile ifade etmelerini isterim. Buna zorunluyum da. Aksi halde “slm nbr” türünden yazışmalara muhatap olmamızın sorumlularının arasına karışırım.

Dilimiz, kimliğimizdir, özgürlüğümüzdür, yaratıcılığımızdır. Çocuklarımıza iyi bir dil armağan etmek, bir yazar olarak benim sorumluluğumdur.