Sherlock Holmes: Büyü bozan mı yoksa büyücü mü?

MELTEM GÜRLE

Edebiyat tarihinin en akılcı karakterlerinden biri olan Sherlock Holmes’un yaratıcısı Sir Arthur Canon Doyle’un doğaüstü olaylara ve spiritüalizme meraklı olması ilk bakışta bize şaşırtıcı gelir.

Yazarın, I. Dünya Savaşı sırasında ciddi bir şekilde yaralanan oğlu Kingsley’i 1918’de zatüreden kaybettikten sonra ruhlar dünyasına ve mistik olaylara merak saldığı söylenir. Evladının yasını tutan bir babanın trajik hikayesi olarak anlaşılabilir gibi görünse de, bu iddia aslında pek doğru sayılmaz. Doğaüstü olaylara hep ilgi duyan Doyle, oğlunun ölümünden iki sene önce ruhçuluk hakkında yazmaya ve bu akımın felsefi tarafıyla uğraşmaya başlamıştır. Ancak etrafındaki ölümlerin (savaşı takip eden birkaç yıl içinde ailenin yarısı yok olacaktır) bu eğilimini zaman içinde kuvvetlendirmiş olması muhtemeldir elbette.

Gerçeküstü olaylar - ya da en azından bunların olasılığı - Sherlock Holmes hikayelerinde de sıkça karşımıza çıkar. Baskervillerin Köpeği’ndeki lanetli aile de bunlardan biridir. Arthur Conan Doyle’un bu çok iyi bilinen romanı, uzun boylu ve biraz da melankolik bir adam olan Doktor James Mortimer’in Sherlock Holmes’un Baker Sokağı’ndaki evine gelip yardım istemesiyle açılır. Mortimer, eski ve köklü bir aile olan Baskervillerin hekimidir. Ciddi ve güven veren bir bilim insanıdır. Ancak öyle bir vakayla karşılaşmıştır ki, bunu aklın sınırları içinde çözmek mümkün değildir. Holmes ve Watson’a aktardığı hikayeye bakılırsa, Baskerville ailesinin erkekleri yüzlerce yıldır cehennem köpeği görünümündeki şeytani bir yaratık tarafından parçalanarak öldürülmektedir. Efsaneye göre, ailenin atalarından Hugo Baskerville bir çiftçi kıza aşık olur ve onunla evlenmek ister. Ne var ki, aşkına karşılık bulamaz. Bunun üzerine kızı zorla alıkoymaya kalkar ama onda da başarısız olur. Kızın bir yolunu bulup kaçtığını öğrenince, öfkeden deliye dönerek üzerine av köpeklerini salar ve kendi de ata binip peşlerinden gider. Bir süre sonra onları aramaya gidenler şöyle bir manzarayla karşılaşırlar:

“Hugo’nun üstünde, boğazına sarılmış, iğrenç bir yaratık varmış, büyük, kara bir hayvan, ama ölümlü gözlerin gördüğü, göreceği herhangi bir köpekten daha büyükmüş. Onlar bakarken o şaşkınlık verecek kadar ucube olan şey Hugo Baskerville’nin gırtlağını ısırıp koparmış. Sonra alev saçan gözlerini ve kan damlayan çene kemiklerini onlara çevirerek açıp kapamaya başlayınca üçü de korkudan kanları donmuş ve tatlı canlarını kurtarmak için çığlık çığlığa bozkırda kaçmaya başlamışlar. Söylendiğine göre aralarından biri, o gördüğü yaratık yüzünden çok kısa bir süre sonra ölmüş. Diğer ikisi ise, yaşadıkları sürece yarım akıllı kalmışlar.”

Bu cehennem köpeği, bu şeytani zağar hemen inanıvereceğimiz bir şey değildir. Ama işte bir Baskerville daha beklenmedik bir şekilde ölmüştür. Üstelik vahşi bir hayvan tarafından saldırıya uğramış gibi görünmektedir. Canon Doyle bu akıl almaz hikayeyi bir bilim adamına anlattırarak, okuyucunun dikkatini çekmeyi başarır. Holmes’un da kayıtsız kalamayacağını biliriz. Bu garip ölümün gizemini çözmek üzere Baskervillelerin konağına doğru yola çıkacaktır. Bu tam ona göre bir iştir.

Sherlock Holmes bir büyü bozandır. Doğa yasalarını esas kabul eden ve insanları efsaneler ile mitlerden kurtaran Aydınlanma geleneğinin edebiyatta vücut bulmuş halidir o. Dahası, modernliğin alametifarikası olan araçsal akılcılığın da uzmanı sayılır. Burada soylu amaçlardan, ahlaki kaygılardan ve yüksek ideallerden söz edilemez. İnsan açgözlü, fırsatçı ve kötüdür. Holmes da bunu bilir. Ona düşen, sebep sonuç ilişkilerini takip etmek ve olayların altında yatan prensibi ortaya çıkarmaktır. Yalnızca bir detektif değil bir davranış bilimcidir o. İpuçlarını değerlendirerek karmaşık bilmeceleri çözer ve korku ya da şaşkınlık yaratan gizemli olayları gündelik hayatın içine indirerek onları dünyevileştirir. Sonuçta, her şeyi Watson’un (ve dolayısıyla da okuyucu olarak bizlerin) anlayabileceği hale getirir. Böylece dünya tamamen bilinebilir ve anlaşılabilir bir gerçek olarak önümüzde açılır. Sisler ortadan kaybolur. Büyü uçup gider.

Ancak dünyanın büyüsünün bozulmasının ve efsanelerden kurtarılmasının bir bedeli vardır. Tekinsiz, büyülü ya da açıklanamaz olan tarafından sıyrılmış bir dünya, çorak ve renksiz bir yerdir artık. Böyle bir dünya, Conan Doyle’un inandığı ya da yaşamak istediği bir yer değildir. Yüzünü Holmes’un sırt çevirdiği hayaletlere doğru döndüğüne göre böyle olsa gerektir. “Bu büronun ayakları sapasağlam yere basıyor ve öyle de kalacak,” der Holmes biraz da böbürlenerek, “Dünya bizim için zaten yeterince büyük. Bir de hayaletlere ihtiyacımız yok.” Conan Doyle ise bütün o hayaletlerden bir dünya yaratmıştır kendine. Belki de bu nedenle edebiyata başvurur ve yarattığı bu gizemli ve sıra dışı karakter ile hepimizi büyülemek yolunu seçer.

Gerçekten de Sherlock Holmes, dünyanın sırlarını bir bir önümüze dökerken, kendine dair sırları ele vermez ve öyküler boyunca varlığıyla okuyucunun aklını kurcalamaya devam eder. Hikayelerini çözdüğü karakterlerin aksine, benzersiz kişiliği ve zekasıyla bizi her seferinde şaşırtır ve büyüler. Bunun en büyük sebebi, Conan Doyle’un bu karakteri yaratırken, harcına yalnızca akılcılık değil bol miktarda hayal gücü de katmış olmasıdır. Holmes’u dar kafalı bir pozitivist, sıkıcı bir bilim adamı ya da sadece mantıksal çıkarımlar yapmaya meraklı biri olarak kurgulamak yerine, yaratıcı zekası olan ve düş kurabilen bir detektif olarak hayal etmek istemiştir. Karakterin kendisi de bunun farkındadır. “Olasılıkları tartıyoruz ve en muhtemel olanları seçiyoruz,” der Watson’a, “Bu hayal gücünün bilimsel kullanımıdır.” Böylece akılla hayal gücünü birbirine zıt prensipler olarak değil de, birbirini tamamlayan özellikler kabul eder ve yüceltir.

Bundandır ki, Sherlock Holmes’u bir detektif makinası, olay çözücü düzenek, ya da sadece hedefe odaklanmış biri olarak okuyanlar yanılırlar. Conan Doyle onu tam tersi bir niyetle yaratmıştır. Modern çağa damgasını vuran araçsal aklın karşısına hayal gücüyle beslenmiş bir aklı yerleştirerek, bir anlamda, büyüsünü kaybetmiş dünyayı yeniden büyülemek istemiştir. Bu büyü de edebiyatın ta kendisidir.

Sherlock Holmes sonuçta haklıdır. Hayaletlere gerek yoktur belki. Ama hayal etmeye her zaman ihtiyacımız vardır.