Küreselleşmenin insanlığın geldiği son nokta, özgürlüğün tam karşılık bulduğu aşama şeklinde pazarlandığı 90’lı yıllar artık geride kaldı. Uluslararası finans hareketlerinin liberalizasyonu, özelleştirme, bütçe disiplini, bağımsız merkez bankası vb. neoliberal uygulamaların gelir ve servet dağılımını zenginler lehine daha da bozduğu, geniş halk kitlelerinin öfkesini kabarttığı gün gibi ortada.

Sıcak günlerde  dünya ekonomisi
Çoğumuzun kendine bedensel ve zihinsel bir dinlenme fırsatı yarattığı, diğerlerimizin homurdanarak çalışmayı sürdürdüğü, uyuşukluğun egemen olduğu bir dönemdeyiz. Memlekette böyle bir ruh hali varken, “Dünya Ekonomisinin Gidişatı” temalı bir makalenin fazla cazip gelmeyeceğini tahmin etmek zor değil. İsterseniz biz yine de işimizi aksatmayalım, küresel ekonomideki çalkantılı bir haftayı özetleyelim. Ancak değerlendirmemizi kolaylık olsun diye 10 maddede aktaralım:

1) Donald Trump 200 milyar dolarlık Çin mallarına Eylül’den geçerli olmak üzere yüzde 10 gümrük tarifesi uygulanacağını açıkladı. Çin, ABD tarım ürünlerini almayacağını ilan ederek ve kendi para birimi yuanın dolar karşısında 7’nin üzerine çıkmasına izin vererek misillemede bulundu. Bu hamlenin Çin’in ihracatta rekabet gücünü artıracağını öngören ABD, Çin’i “döviz kuru manipülatörü” ilan ederek eli yükseltti. Bu gelişmeler “ticaret savaşlarının” yerini en azından bir süre ateşkese bırakacağı umutlarını yerle bir etti. Zaten karamsar bir dönemden geçen dünya ekonomisinin durgunluğa sürükleneceğine ilişkin endişeler arttı.

2) ABD’nin Çin’e karşı manipülatör sıfatını en son 1994’te kullandığı ifade ediliyor. Bilindiği gibi bir ülkenin parası değer kaybederse, ihraç ürünleri başka ülkeler nezdinde ucuzlar, buna karşılık ithal ürünlerinin fiyatları kendi parası cinsinden pahalılaşır. Böylelikle dış ticaret dengesi olumlu yönde etkilenir. Amerikan Hazine Bakanlığı 2019’un Mayıs raporunda bile Çin’e böyle bir suçlamada bulunmamıştı. Çin ABD’ye karşı hala devasa bir dış ticaret fazlası verse de, artış eğiliminin sürmediği ve Pekin’in parasının değerini aşağı çekmek için sürekli bir müdahalede bulunmadığı kabul ediliyor. Bu nedenle Trump’ın bu tip mesnetsiz, provokatif suçlamalarının son bir örneğiyle karşı karşıya olduğumuz açıkça görülüyor.

3) Çin ekonomisini büyük ölçüde iç talebe dayalı olarak yeniden yapılandırma gayreti içerisinde. Gelgelelim hala ekonomi dinamizmini ihracattan alıyor. 2018’de Çin 352 milyar dolar dış ticaret fazlası verirken, bu rakamın tam 323 milyar doları ABD’yle olan ticaretinden kaynaklandı. Bu nedenlerle dış ticarette korumacılık eğilimlerinin Çin’i daha olumsuz etkileyeceği apaçık ortada. Burada Çin aleyhine bir asimetri söz konusu. Ne var ki siyasette ise dengeler ABD aleyhine değişiyor. Her ne kadar Hong Kong’la gerilimler Çin’i sarsıyorsa da, zor günlerde Çinlilerde milliyetçi bir refleksin harekete geçtiğine, bir kenetlenme psikolojisinin ortaya çıktığına dair sayısız tarihsel örnek bulunuyor. Kaldı ki, toplumda huzursuzluk tırmansa dahi, ÇKP’nin, Xi Jinping’in iktidarını tehdit edecek bir boyuta yükselmesi beklenemez. Buna karşın gümrük tarifeleri ABD’de tüketim ürünlerinin fiyatlarını artırırsa bu Trump’a ciddi bir tepkiye dönüşebilir. Bu nedenle Çin’in ABD’nin restini görmesi, Trump’ın 2020 seçimlerinde yıpranarak koltuğunu kaybetmesi beklentisiyle gerginliği tırmandırması şaşırtıcı olmaz.

4) Küreselleşmenin insanlığın geldiği son nokta, özgürlüğün tam karşılık bulduğu aşama şeklinde pazarlandığı 90’lı yıllar artık geride kaldı. Uluslararası finans hareketlerinin liberalizasyonu, özelleştirme, bütçe disiplini, bağımsız merkez bankası vb. neoliberal uygulamaların gelir ve servet dağılımını zenginler lehine daha da bozduğu, geniş halk kitlelerinin öfkesini kabarttığı gün gibi ortada. Donald Trump, Boris Johnson gibi demagoglar da bu iklimin reaksiyoner psikolojisinden beslenerek yükseldiler. Ne var ki, bu çarklar çok uluslu şirketlerin lehine dönmeye devam ediyor. Bugün yükselen güç Çin “ABD’yi uluslar arası düzeni yerle bir etmekle suçluyor”, statükonun devamından yana tavır koyuyor. Bu nedenlerle Trump’ın kendi hakim sınıflarını kenetlemesi, ortak bir amaç etrafında birleştirmesi oldukça zor görünüyor.

5) Aslında Donald Trump’ın dünya siyaset sahnesine çıkmasından, ticaret savaşlarının fitilinin ateşlenmesinden önce de küreselleşme süreci yavaşlamaya, ritmini kaybetmeye başlamıştı. Bu trendi Hollandalı Adjiedi Bakas Slowbalisation (küreselleşmenin yavaşlaması) olarak kavramsallaştırmış, uluslararası sermayenin etkili yayın organı The Economist tartışmayı 25 Ocak 2019 tarihli sayısının ana teması yapmıştı. Bu gelişmenin teknolojik nedeni şu: yapay zeka ve robotik teknolojilerindeki ilerleme, bazı ürünler için yaygın tedarik zincirlerini gereksiz kılıyor, üretimin ulusal-bölgesel sınırlar içerisinde yapılmasını kolaylaştırıyor. Ekolojik neden ise, üretimin uzun menzilli ticareti teşvik edecek biçimde yaygınlaşması daha fazla enerji kullanımı gerektiriyor, doğanın tahribini hızlandırıyor.

6) ABD-Çin gerginliği sonucu korumacılığın tırmanması, Japonya, AB gibi kapitalist metropolleri de olumsuz etkiliyor. Kilit ülkelerden birbiri ardına olumsuz sinyaller gelmeye devam ediyor. Britanya ekonomisi 2019’un ilk çeyreğindeki yüzde 0.5 büyümenin ardından yılın ikinci çeyreğinde yüzde 0.2 daraldı. 7 yıl sonra gerçekleşen bu küçülmenin Brexit belirsizliğinin sürmesine ve dünya ekonomisindeki iklime bağlı olduğu söylenebilir. Teknik neden ise, Brexit’in son tarihinin 31 Mart şeklinde belirlenmesi firmaların stoklarını yükseltmesine yol açmıştı. Bu tarih 31 Ekim’e uzatılınca bu kez talebi mevcut stoklarla karşılamayı yeğlediler ve üretimi aşağı çektiler. Britanya ekonomisinin yakında bir resesyon yaşamasa dahi, tatminkar bir performans sergileyemediği açıkça görülüyor.

7) Avrupa’nın en büyük ekonomisi, büyümenin motoru Almanya’dan da olumlu sinyaller gelmiyor. Haziran 2019’da ihracat bir yıl öncesine göre yüzde 8, ithalat ise yüzde 4 geriledi. ABD-Çin ticaret gerginliği özellikle Alman otomotiv ve kimya sektörünü çok olumsuz etkiliyor. Haziran itibarıyla sanayi üretiminin yüzde 5.2 daraldığı görülüyor.

BASF, Thyssenkrup, Bayer gibi bazı dev firmalardan işçi çıkarma haberleri gelirken, bazı işletmeler de çalışma saatlerini kısıtlayarak emek maliyetlerini düşürmeye çalışıyor. Almanya hem cari fazla, hem de bütçe fazlası veriyor. Bu nedenle işçi ücretlerini ve sosyal harcamaları artırıp, talebi canlandırmak gibi bir manevra alanı bulunuyor. Ancak sağ hükümetler kemer sıkma politikalarında ısrar ediyor.

8) Yükselen kamu borçları, sallantıdaki bankacılık sistemiyle bir türlü belini doğrultamayan İtalyan ekonomisi, şimdi de Conte hükümetinin güvenoyu alamayıp düşmesiyle sarsılıyor. İtalyan tahvillerinin faiz oranlarıyla, en güvenli kabul edilen benzer Alman tahvilleri arasındaki makas giderek açılıyor. IMF’nin son Dünya Ekonomik Görünüm raporu İtalya’nın 2019’da sadece yüzde 0.1 büyümesini öngörüyor. Aşırı sağ League Partisi’nin lideri Matteo Salvini’nin kamuoyu desteğinin artması erken seçim için düğmeye basmasının temel nedeni gibi görünüyor. Diğer bir aşırı sağ hareket İtalya’nın Kardeşleri partisiyle yapılacak bir koalisyon, 2.Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’da ilk kez faşizme göz kırpan otoriter sağ bir iktidarın ortaya çıkması olasılığını güçlendirecek. Neoliberal ve küreselleşmeci politikaların yarattığı hoşnutsuzluğun, göçmen düşmanlığı ve AB karşıtlığı temelinde örgütlenmesine dayalı endişe verici bir modelle karşılaşma olasılığımız giderek artıyor.

9) Dünya ekonomisi böyle kritik bir dönemeçten geçerken, küresel durgunluk tartışması yapılırken peki Türkiye ekonomisi nasıl nefes aldı? Gerçekten dolar kuru 5.50 TL’ye gerilerken, 2 yıllık gösterge faiz de yüzde 15.22’ye indi. Öncelikle Osaka zirvesinde Trump’ın CAATSA yaptırımlarının uygulanması konusunda hemen düğmeye basmaması, Erdoğan’a hayırhah bir tutum takınması gerçekten de uluslararası sermayenin Türkiye algısını bir parça düzeltti. Ancak daha belirleyici etken, dünyada büyüme endişesi yaygınlaşırken faizlerin aşağı inmesi, Türkiye’nin yüksek faizlerinin cazibesinin göreceli artması oldu. Bilindiği gibi “carry trade” dolar, yen gibi düşük faizli paralarla borçlanıp Türkiye benzeri yüksek faizli piyasalara yönelmek anlamına geliyor. Aslında “emerging markets” tabir edilen ülkelere rağbetin bulunmadığı bir dönemdeyiz. Hammadde üreticisi Latin Amerika ülkelerinin girdi talebinin düşmesi nedeniyle fazla tercih edilmediği, Asya ülkelerinin Çin-ABD “ticaret savaşından” fazlaca etkileneceğinin düşünüldüğü bir dönemde, Türkiye göreceli avantajlı bir konum kazandı, göstergelerinde bir ölçüde düzelme sağladı. Son gelişmelerle birlikte 15 trilyon dolarlık devlet tahvilinin eksi faiz verdiği düşünülürse Türkiye kağıtları prim yapıyor.

10) Türkiye’nin 5 yıl vadeli avro tahvillerinin faiz oranı geçen hafta kapanışta yüzde 5.96’ydı. Benzer ABD kağıtlarının faiz oranı ise yüzde 1.58. Diğer bir ifadeyle Türkiye aynı vade borçlara ABD’nin 4 katı faiz ödüyor. Halbuki daha geçen Kasım’da ABD’nin 10 yıllık tahvillerinin getirisi yüzde 3.25’ti, bugünse yüzde 1.75. Türkiye’nin kredi sigorta maliyeti anlamına gelen CDS primleri de 380 puanda seyrediyor. Özetle Türkiye hala en riskli ülkelerden biri, borçlarına gelişmiş ülkelerin kat be kat fazlası faiz ödüyor, ne var ki küresel faizlerin düşmesi nedeniyle bir miktar fon çekmeyi başarıyor.

Türkiye’de finansal olmayan şirketlerin, diğer bir ifadeyle reel sektör şirketlerinin pozisyon açıkları 2018 Mart’ta 220 milyar dolarken, en son açıklanan 2019 Mayıs rakamlarıyla 180 milyar dolara çekilmiş. Bir yönüyle borçlar azaltılmış, riskler sınırlanmış. Bir yönüyle de firmalar ekonominin daraldığı bir dönemde tüm nakit akışlarını canhıraş biçimde borç ödemeye ayırmışlar, dolayısıyla yeni yatırım yapamamışlar, kapasite yaratmamışlar. Yukarıda bahsettiğimiz büyüme sorunları nedeniyle cari fazla verilmesinin itici gücü, Avrupa’ya yaptığımız ihracat da tıkanma eğiliminde. Kısaca, Türkiye’nin finansal göstergelerinde bir ölçüde rahatlama gözlense de, yatırımı, istihdamı tetikleyecek, ardından büyümeyi uyaracak bir dinamik henüz ortada yok… Velhasıl tünelin sonunda şimdilik bir ışık görünmüyor...