Belirsizlikten hoşlanmıyoruz. Olmakta olanıderhal anlamak için duyduğumuz o şiddetli arzu da, ileride ne olacağına dair yorumlarımız da bu kaynaktan besleniyor. Belirsizliği azaltmak için başka şeylerin yanı sıra öngörü ve analize baş vuruyoruz.

Öngörü genelde zor, bazense çok zor iş. Bilimsel ilerlemeler sayesinde pek çok alanda yüz yıl önce düşünülemeyecek kadar başarılı öngörülerde bulunabilsek de, siyasi gelişmelerle ilgili öngörüler konusunda henüz alınacak çok yol olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, ileride olacaklara dair yanlış tahminlerde/öngörülerde bulundu diye kimseyi kolay kolay suçlamamak gerektiğini de düşünüyorum (neden böyle düşündüğümü başka bir yazıda anlatacağım).

Analiz konusuna gelince durum biraz değişiyor ama. Ne olduğunu anlamak, kimi durumda da düpedüz anlamlandırmak için cümle kurarken, başka bir deyişle elimizdeki verileri ya da bilgileri yorumlarken, ne mutlu ki tahminden çok muhakemeye ihtiyaç var.

Geçtiğimiz otuz yılın meteoroloji verilerine, bu konularda hiç şaşmayan bir annenin sözlerine ya da o gün gördüğümüz bir rüyaya göre “Bugün kar yağacak” demek başka; kar kalınlığının bir buçuk metreye ulaştığı bir yolda yürürken “Bu soğuk ve beyaz şey kardır.” demek başka. Sözünü ettiğim yola bakıp “Bu sıcak beyaz şey alev olmalı” demek ise bambaşka.

Son yıllarda olup bitene ve olacaklara dair analiz ve tahminler üzerinden çeşit çeşit tartışma yaşadık. Kırılma noktalarından biri de bildiğiniz gibi 12 Eylül 2010 referandumuyla yaşandı. Evet oyunu artırmak için seferber olmuş abi ve ablaların geceleri milli şefe beddua etmekle suçlandığı ve mümkün olsa mezardakilerin bile evet oyu vermesi gerektiğini iddia eden bir dini liderin iktidarı Goebbels’e gönderme yaparak eleştirdiği bugünlerde, ne tesadüftür ki yine 2010 yılının Eylül ayında yayınlanmış iki kitap yeniden ilgimi çekti: Mine Söğüt’ün, askeri müdahalelerin ilk haftasında yazılan köşe yazılarından derlediği “Darbeli Kalemler” ve Haşim Akman’ın söyleşilerinden oluşan “Otuz Yıldır 12 Eylül: Yaşayanlar Anlatıyor”. Aşağıdaki alıntılar ilkinden.

27 Mayıs’tan 4 gün sonra, 31 Mayıs 1960 günü Çetin Altan Milliyet’teki köşesinde şöyle yazmış: “Şık ihtilalimizin, dünyayı hayran bırakan medeniliği; adsız kahramanların, başarıdan sonra kendilerini unutturarak, bunu şahsi bir ihtirasla değil insanlık haysiyeti için yaptıklarını ilan ve ispat etmeleri, bir devrin milli gururumuza indirdiği darbeyi fazlasıyla telafi etmiştir.” Ertesi günkü yazısında ise şöyle demiş: “Türkiye’nin tarihi konjönktürü, gerilerle aydınların itişmesinde inisiyatif nöbetini giderek kısaltmaktadır. Aydınların inisiyatifi ele almaları sıklaşmaya başlamıştır. Bu seferki on yıl sürdü”.

Onbir yıl sonra da 12 Mart 1971 müdahalesi geldi ve 14 Mart 1971’de Çetin Altan’ın “Ve Şahmerdan güm diye indi sonunda” yazısı yayınlandı: “Bir yeni dönem başlamaktadır Türkiye’de. Anayasa mutlak şekilde uygulanacaktır.

Bilimsellik ve bilimsel olmak zorunda bulunan kalkınma reformlarının plan ve analizleri, soytarılık, demagoji ve şantajla ört bas edilmeyecektir. (..) yüzelli yıldır geçit vermediği bilinen bir uyuz yolda ısrar etmenin sonu budur işte”.

Tabii ki Çetin Altan asla yalnız değil. Örneğin Rauf Tamer de şöyle diyor 16 Mart tarihli Tercüman’da: “Millet sükun istiyor. Bu sükunu asker sayesinde bulacaksa ona da razı. Gelecek olan gavur ordusu değil ya, benim kendi ordum”.

Sonra 12 Eylül. İlki. Ekranların sevilen yüzü Nazlı Ilıcak 16 Eylül günü şöyle yazmış: “Birkaç gündür 12 Eylül Harekatı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs mensup bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Halbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle, yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur”. Güneri Civaoğlu da umutla yazmış: “Kamu vicdanının süratle tatmin edileceği infazlar… Adalet kılıcının yeni şiddet suçlarının işlenmesini önleyici, caydırıcı bir süratle işlemesi. Beklenen bu”.

Belli çevrelerin kendi gibi düşünmeyen herkesi darbeci diye etiketlediği, hukuku yargılananların yaptıklarına değil kim olduklarına göre eğip büktüğü, son aleni müdahalenin mimarı Yaşar Büyükanıt’ın huzurlu bir emeklilik sürdüğü bir dönemin sonu kendisini “tape”ler, nutuklar, kutular, beddualar ve dökülen sıvalar üzerinden iyice belli etmişken amacım elbette yukarıdaki alıntıların sahiplerini körü körüne suçlamak değil. Ancak bu tür yaklaşımların hepsini reddeden birisi olarak bazı noktaların altını çizmek zorundayım.

İyi anlamaya çalışmak, derhal anlamaya çalışmaktan daha sağlıklı bir çabaymış görünüyor. Aidiyetler üzerinden yapılan yorumlarsa tarih karşısında yenilmeye mahkum. Olan şeyleri olmasını istediğimiz şeyler gibi göstermenin vebali büyük. Ve son olarak, 12 Eylül’ün nelere mal olduğunu anlamak için Haşim Akman’ın kitabına göz atmanızı hararetle öneririm.