“Bu cinayet ve taciz görüntülerinin suçluluk duygularımı harekete geçirip ‘Aman Tanrım, ben ne biçim bir adamım!’ diyerek tövbe etmemi sağlayacağını mı sanıyordun?”

Chilling Visions: 5 Senses of Fear/Korkunun 5 Duyusu (2013) adlı filmin ikinci hikâyesinde katil, elindeki şırıngayı göz doktorunun gözüne saplamadan önce böyle diyor. Doktor, muayene sırasında özel bir teknoloji yardımıyla hastalarının görsel anılarını onlara fark ettirmeden damıtıp küçük şişelerde depolamakta, sonra da o anıları kendi gözüne damlatarak görsel düzeyde yaşamaktadır. Bir gün, özel ilgi duyduğu bir hastanın sevgilisinden dayak yediğini ‘deneyimler’. Şiddetle dolu bu genç adamı cezalandırmak için elindeki görüntülerden bir ‘dehşet karışımı’ (tecavüzler, cinayetler, işkenceler…) hazırlayıp adamın gözüne damlatır. Korkunç görüntülerden dengesi iyice bozulan adam, önce sevgilisini öldürür, sonra da kliniğe dönüp doktora ‘kendi ilacından’ verir.

Sinemasal açıdan pek çok yapısal kusuru olsa da, bu hikâye şiddetin ceza olarak kullanılmasının aslında şiddeti yeniden üretiyor olması ya da şiddet görüntülerinin dünyayı algılama biçimlerimiz üstündeki etkileri gibi önemli tartışma konuları sunuyor.

Bu tartışma yeni değil tabii; örneğin Kieslowski A Short Film about Killing/Öldürme Üzerine Küçük Bir Film‘inde (1988) bir taksiciyi acımasızca öldüren bir gencin devlet tarafından acımasızca öldürülüşü üzerinden bu konuları tartışıyor, filmde ürettiği yoğun görsel şiddetle kendisini ve seyirciyi de bu tartışmanın taraflarına dönüştürüyordu.

Konuyla ilgili daha sert bir tartışmaya Stanley Kubrick’in aynı adlı romandan uyarladığı A Clockwork Orange/Otomatik Portakal’da (1971) rastlıyoruz: Üç arkadaşıyla birlikte ortalığı kan gölüne çeviren Alex, ‘otorite’nin kendisine zorla izlettiği şiddet görüntüleriyle ‘güya rehabilite’ edilmektedir.

En yeni örnek 2021 tarihli: Censor/Sansür adlı bu filmde, 1980lerin çalkantılı İngiltere’sinde, işi piyasaya çıkan korku filmlerini izleyip şiddet ve çıplaklık konusunda ‘gerekli’ sansürü uygulamak olan Enid adlı bir genç kadının öyküsünü izleriz. Toplumsal şiddetin başlıca nedeninin filmlerdeki şiddet görüntüleri olduğu ön kabulüyle çalışan Enid, korkunç biçimde sonuçlanacak bir şiddet sarmalına düşer.

Yapımcıları arasında İngiltere’nin en saygın sinema kuruluşlarından BFI’ın da bulunduğu filmdeki ‘1980ler’ vurgusu özellikle önemli; bu eleştirel hikâye, uyguladığı sınıfsal şiddetle ‘Demir Leydi’ lakabının hakkını fazlasıyla veren Margaret Thatcher’ın iktidarının en acımasız zamanlarında geçmektedir.

Finalde Enid’in kanlı yüzüne bakarken, radyodan şu sözleri duyarız: “Asıl etkileyici olan, çirkin görüntülerin yok edilmesiyle tüm bu sorunların en uygun biçimde çözülmüş olması. İngiltere’de suç oranları sıfıra indi, dediğimiz gibi, artık İngiliz sokakları güvenli. İş bulma oranı rekor seviyesinde yükseldi. Tüm suçlular kilit altında. Artık korkacak bir şey yok.” Bir tarafta medyanın sürekli yayımladığı ‘suç haberleri’yle meşrulaştırılan kanlı iktidar/polis şiddeti, diğer tarafta sahte kanla üretilmiş görsel şiddet bulunur. Böyle durumlarda en kolayı, idealist tarih anlayışının kolaycılığına sarılıp şiddet görüntüsü içeren filmleri suçlamaktır; üretim ilişkileri ve toplumsal eşitsizlikle şiddet arasındaki bağlantı böylece görünmezleştirilir, iktidar/polis şiddeti tekrar tekrar meşrulaştırılır.

***

Şiddet görüntülerinin seyircide bir karşılığının olduğu doğrudur elbette; hem sorun çözmede en basit yöntemdir hem de erkek-egemen dünyada statü kazandırdığı düşünülür. Ama, örneğin Çukur gibi dizilerin gündelik hayatta şiddetin artmasındaki katkısı epey düşüktür. Bir insanın Çukur’daki karakterlerle özdeşleşip sorunlarını onlar gibi çözmeye yönelmesi için gerekli temel koşullar vardır; paylaşım eşitsizliğinin, politik bilinçsizliğin ve eğitimsizliğin iktidar eliyle güvence altına alındığı bir toplumda, şiddetin artması için Çukur’a falan gerek kalmaz.

Bu görsel şiddet, sonuçtur. Tabii ki şiddeti belli ölçüde yeniden-üretir, belki şiddete eğilimli olanlara yeni yöntemler sunar -TRT’nin Osmanlı dizilerini elinde kılıçla izleyenleri anımsayın- ama 19 yaşında gençlerin polis ve iktidarın yönlendirdiği esnaflar tarafından dövülerek katledildiği, 14 yaşında çocukların polis tarafından fırlatılan gaz fişekleriyle öldürüldüğü bir toplumda bu görsel şiddet, neden değil sonuçtur.

Böyle yaşıyoruz işte; şiddet görüntülerini doğuran toplumsal koşullarda şiddeti izletmek, bu tür dizilerin izlenme oranlarına göre söyleyelim, artık olsa olsa ödül sayılır galiba...