Devlet erkanı Ayasofya’yı ibadete açma konusuna yoğunlaşırken, şiddetin mikro gözeneklerden kamusal alana taşıp, bir kez daha dışa vurduğu bir hafta yaşadık. Karşı karşıya olduğumuz bu durumun bir şiddet sarmalına işaret ettiği açık! Devletin tekelinde olduğu varsayılan şiddetin hem devlet katında hem de toplumsal alandaki kullanımının keyfileşip, yaygınlaşmasına şahit oluyoruz.

En son şahit olduğumuz iki örnek ölümle sonuçlandı. Muğla’da Üniversite öğrencisi Pınar Gültekin, reddettiği bir erkek tarafından vahşi biçimde öldürüldü. Aynı ölçüde dikkat çekmese de sosyal medyada yer bulan bir başka şiddet haberi, Suriyeli bir gence ilişkindi. Bursa’da Pazar işçisi 17 yaşındaki Hamza Acan, hakarete uğrayan bir başka Suriyeli kadını savunmak isteyince bir grup pazar çalışanı tarafından herkesin önünde linç edilerek öldürüldü. Hepimiz Pınar’ın kadın, Hamza’nın ise Suriyeli olmasa öldürülmeyeceğini farkındayız!

Örneklerden ilkinde, mikro gözeneklerinde vuku bulan ve kadınlara yönelen, ikincisinde ise makro düzeyde kendini gösteren ve milliyetçilik biçimini alan şiddet var. Bu iki farklı gerekçeli ve ölçekteki şiddet biçiminin nasıl bir ilişki içinde olduğuna yönelik akıl yürütülecek yer burası değil. Ama bazı benzerliklere yönelik tespitler yaparak, söz konusu ilişkiye ve genel olarak şiddete yönelik bazı ipuçları elde edebiliriz.

Milliyetçiliğin neden bir şiddete dönüştüğü sorusunu yanıtlamak için içerdiği muazzam dışlama ve dışlamadan kaynaklanan sembolik şiddete dikkat çekmek gerekiyor. Ulusal kimlik inşasının illa milliyetçi bir biçim almak zorunda olmadığını biliyoruz; milliyetçilik, söz konusu kimliğin inşa yöntemlerinden sadece bir biçimi. Öte yandan böylesi bir inşa biçimini çekici kılan en önemli unsur, dünyayı bütün karmaşıklığının dışına taşıyan muazzam bir basitleştirme ve soyutlama içermesi! Bu soyutlama bir şiddete dönüşüp, her şeyi ayıkladıktan sonra geriye kalan millet, karşısına çıkan her şeyi millet düşmanı ilan ederek yolunda ilerliyor. Karşısına aldığı toplumsal gerçekliği basitleştirmek adına budamaya giriştiği ölçüde milliyetçilik, önce sembolik sonra da fiili şiddetin öncüsü haline geliyor. Oysa biliyoruz ki, ulusal kimliği kozmopolit bir anlayışla inşa etmek de mümkün. Kuşkusuz bu tür bir yol çok daha karmaşık bir kavramsallaştırma içeriyor ama aynı ölçüde de şiddeti reddeden bir varoluşu mümkün kılıyor.

Kadına yönelen şiddetin metodolojisi daha az dramatik değil! İlişki, ele geçirmek üzerinden tanımlandığı andan itibaren karşısındakini yok etmeyi hedefine koymuş olmuyor mu? Kendi sorunlu benliğine bir biçimde dahil etmesi gerektiğini düşündüğü kadını, sembolik olarak ele geçirmediği noktada, fiili yok etmeye yeltenme milletçi refleksle büyük benzerlik göstermiyor mu?

Her iki benlik inşasında da öteki olarak tanımlanan bir yandan her şey ama tam da o nedenle hiçbir şeydir. Benlik, önce ötekinin varlığını gözünde büyütür ama tam da bu nedenle ötekini varlığına bir tehdit olarak da algılamaya başlar. Bunun sonucu karşıdakinin, bir muhatap, komşu, arkadaş ya da partner olarak görmek yerine düşman olarak algılanmasıdır. Şiddet, varlığın kendi varlığını karşısındaki düşmanı yok ederek sürdürme girişimidir.

Bütün bunlar olurken, iktidarın tek gündemi Ayasofya konusuna ne demeli? Denilecek şey çok açık; bir başka düzlemde Ayasofya’nın yıllar sonra bir kültürel zenginliğin parçası ve evrensel bir miras olmaktan çıkarılıp, “bu benim” denilmesi yukarıda tartışılanlara benzer bir sembolik şiddeti içermiyor mu? Önce bir uzlaşmaz ikililik, sonra ötekinin tasfiyesi ve geriye kalan yalnız ben!

Partneri, komşusu, dostu olmayan büyük yalnızlık!