İçinde bulunduğumuz koşullara bakınca Walter Benjamin’i hatırlamamak olmaz! Avrupa’da faşizmin yükseldiği 1930’lu yıllarda şiddet üzerine yazdıkları, dönemi anlamak açısından kıymetlidir. Bu derece iyi çözümlediği Hitler faşizminden kaçışının trajik bir biçimde ölümle sonuçlanmasının işaret ettiği tehditlerin de altını çizelim.

Bugünkü koşullar 1930’lu yıllardan farklı olsa da Benjamin’in şiddet üzerine yazdıklarının, neoliberal kapitalizmin onca açmazına karşın nasıl olup da bu derece dayanıklılık gösterdiğini, faşizm ve dincilikle olan ilişkisi yanında zayıflıklarını anlamak açısından önemlidir.

Benjamin şiddetin farklı biçimlerine vurgu yapsa da, mitik şiddetin çözümlemesindeki yeri ayrıcalıklıdır. Mitik şiddet, yenilir yutulurluğu olmayan bir ekonomik ve siyasi düzenin insanlığa, yaşamın gerçeği haline gelecek biçimde dayatılmasını sağlar. Mitik olmasının nedeni, ne kapitalizmin ne de onun liberal halinin, toplumsal bir ortak payda olmasını haklı çıkaracak gerçek bir varoluşsal temelinin olmamasıdır. Bu iddia dayatıldığı ölçüde doğallaşır, kaçınılmazlık kazanır ve kader haline gelir. Şiddet olmasının nedeni ise, bu hegemonik statünün kurulma sürecinde ve kurulan düzenin her tehlikeye düşüşünde şiddetin, (her zaman fiziksel hale gelmeden) itirazları bastırmanın aracı olarak hazırda bekletilmesidir.

Benjamin’in Avrupa’da gözlediği faşist rejimlerin yükselişi, bugün kuşkusuz birçok yeni boyut kazanarak, küresel bir gerçeklik haline gelmiş bulunuyor. Ekonomik ve siyasal iktidarlar artık şiddete açık ve keyfi biçimde başvurmadan kendilerini yeniden üretmiyorlar. Toplumsal düzenlerin şiddete endekslenmiş yeniden üretimi topluma çok yüksek maliyetler ödeterek işe yarıyor. Ama aynı nedenle de söz konusu düzenler birçok coğrafyada iflas noktasına gelmiş bulunuyor.

Dolayısıyla korkutucu ama aynı zamanda da heyecan verici zamanlarda yaşıyoruz. Yüksek maliyetler öderken karşımızdaki düzenin tel tel dökülüp, tutarsızlaştığını farkındayız. Biliyoruz ki; gerçekliği iyi yakalayan alternatif toplum projeleri ortaya koyabilirsek bambaşka bir dünya yaratabiliriz. Yine biliyoruz ki, bunu yapamazsak ya sistem kendini onaracak ya da daha kötüleri yerini alacak!

Önce Benjamin’in de işaret ettiği, mevcut duruma alternatif olmadığını söyleyen sol/sağ melankolinin reddedilmesi gerekiyor. Ardından Benjamin’in kaba hatlarıyla önerdiği “şiddetsizlik alternatifini” kapsamlı biçimde düşünmeye ihtiyaç var.

Yapılması gereken açıktır; bugünkü düzenin şiddete yaslanan, yalnızlaştıran ve yanımızdakini düşman ya da rakibimiz gibi görmemize yol açan yaklaşımı karşısında, alternatif toplum kurgusunun, günlük yaşam ve etkileşimler yanında, etkili olabildiği tüm kurumlarda, geleceği birbirine bağlı insanları ve insan ötesi öğeleri (doğa, kamusal alanlar, bilgi vb.) dayanışma asamblajları olarak ilişkilendirmesi gerekiyor. Bu tür pratikleri, yatkınlıklarımız bu yönde olduğu için birçok durumda ortaya zaten koyuyoruz. Ama yapmamız gereken bu pratikleri toplumsal ve siyasal alanlarda daha sistematik ve ilişkisel biçimde genişletmek.

Bugün iktidarın sinirlerini bozan tam da bu türden pratikler değil mi? Belediyelerin bağış alması ve dayanışma ağları oluşturmasından duyulan sistematik rahatsızlığa bakın! Yeryüzü sofralarını hatırlayın. Kamusal alanlara ve doğaya sahip çıkılmasından duyulan rahatsızlığı hatırlayın. O zaman bu tür pratikleri daha sistematik ve ilişkili hale getirmemiz gerekiyor. Şiddetsizlik tam da bu noktaya işaret ediyor; birbiriyle yiyecek ya da kömür torbası kapmak için mücadeleye itilenlerin aynı ekmeği böldüğü bir toplumsallaşmadan söz ediyoruz.

Aynı reflekse siyasal alanda da ihtiyaç var. Bu konuda başta CHP olmak üzere siyasal partilere önemli görevler düşüyor. Kurultay salonlarından başlayarak bugünkü düzenin tekniklerini kullanmayan yeni bir toplumsal ve siyasa tanımının yapılması gerekiyor.

Oyun değişmeden oyuncuları değiştirmek bir şey ifade etmiyor!