Geçen on yılda Türkiye’de doğan, Arapçadan çok Türkçe bilen ikinci kuşak çocuklar ve aileleri bugün geldikleri ülkeye entegre olabilir mi?

Sığınmacı krizinin Gordion düğümü

Yusuf Tuna Koç

Geçtiğimiz son iki hafta, genelde sezgilerimizi ‘doyurmak’ amacı güden sosyal medya platformu üzerinden, sığınmacı krizi yeniden patlak verdi. Başını, açık faşist Özdağ’ın çektiği ülkücü hesaplar tarafından dolaşıma sokulan videolar üzerinden hızlı bir panik-öfke karmaşası yaratıldı. Sorun, son 10 yıldır süregiden ve çözüm adına herhangi bir adım atılmayan sığınmacı krizi.


Fakat tüm bu gürültü sayesinde konuşulmayan en önemli nokta da bu şekilde tartışmanın tüm tarafları tarafından bilinçli şekilde atlatıldı. Sahi, nasıl başladı bu sığınmacı krizi?

Krizin temelleri

2011’de Suriye’de Batı medyasının demokrat etiketi basarak pazarladığı Sünni mezhepçi muhalefetin yardım çağrısıyla, NATO’dan İsrail’e emperyalizmin tüm kanatlarının saldırısıyla başlayan işgal, asli sonucu olan Esad’ı düşürme emeline ulaşamadıysa da Suriye’yi birden fazla parçaya bölerek, ülkeyi ve bölgeyi inşası uzun süre ve ‘yatırım’ gerektiren bir istikrarsızlığa boğarak ve en nihayetinde kuzey petrolleri yağmalanarak, sonuca ulaştı. Gerisinde Libya, Afganistan, Yemen ve diğer çevre ülkelerde süregiden vekâlet savaşlarını normalleştirecek büyüklükte bir yıkım ve ülkenin içinde, dışında hayatları emperyalizm tarafından çalınmış milyonlarca insan bıraktı.

Bu işgal, sınırın öbür tarafında, AKP açısından çoklu fırsatlar stratejisi yarattı. AKP savaşın başladığı andan itibaren şu iki şeyi yaptı;

a) Politik olarak bölgede Sünni Müslüman kardeşler ve onun lideri yeni Osmanlıcı Türkiye ideasını pazarlayarak dışarıda siyasal İslam’a uygun bir dış politika benimsedi. Bu dış politikanın gerektirdiği her türden yardımı bölgedeki mezhepçi kliklere sağlayarak savaşı derinleştirdi.

b) AB’ye mülteci akımına karşı tampon bölge formülü geliştirildi, 2011’den itibaren açık sınır politikası uygulandı, AB’den alınan bütçeler hasıraltı edildi, mülteci sorunu batıya karşı daimi bir koz olarak kullanılarak iç politikada dokunulmazlık elde edildi.

Derinleşen savaş ve kontrolsüz akın, iktidarın güç kaybettiği 2015-2016 döneminde cihatçı terörü bir panik-baskı mekanizması olarak kullanabilmesine yaradı. Bunun yanında bugün sayıları 8 milyonu geçen sığınmacı nüfusun nasıl entegre edilebileceği, geri dönüş, üçüncü ülkelere göç konularında atılabilecek adımların hiçbirine dair ortada bir şey yok. Peki, geçen 11 yılda, Türkiye’ye sığınan milyonlarca insana ne oldu?

Büyük insanlık laikliği arıyor

Bugün muhalefetin kafatasçısından sosyal demokratına kadar meseleyi el yakmayan bir yerinden tutup yaptığı politika görünürde AKP’yi eleştirir dursa da; aslında bu siyasetsiz yaklaşım, meseleyi iktidara, krizi derinleştiren politikalara hiç dokunmadan, aynı politikaların mağduru olan halkları birbirine kırdırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Tüm Ortadoğu coğrafyasında insanlar kırk yıldır ABD tarafından beslenen İslamcılığın yarattığı yıkımdan kaçarak kendilerine insanca bir yaşam kurabilmek için bu siyasetin uğramadığı ya da ülkemizde olduğu gibi henüz daha hafif seviyelerde olduğu ülkelere sığınıyor. Tüm Ortadoğu coğrafyası, binlerce yıllık bereketli hilal, Tunus’taki gibi devirmeye gücü yetmediği yerde, İslamcılıktan insanca bir yaşama, medeniyete sığınıyor. Laik, demokratik bir yaşamın evrensel bir değer olduğu gerçeğini, bugün yaşanan insanlık krizi açıkça ortaya koyuyor.

Sol değerlerin evrenselliği

Tabii ki sadece siyasal İslam’ı değil, işgaller, darbeler, şeriat, yanında ağır ekonomik yıkımı da getiriyor. Türkiye’de özellikle doktorlar ve mühendisler gibi özellikle görece daha eğitimli kesimlerde gördüğümüz üzere yurtdışına çıkma arzusunun, kimi durumlarda mecburiyetinin de yegâne sebebi aynı. Piyasacılığın, insanca şartlarda, insanca ücretlerde çalışabilmek gibi bir diğer en temel, evrensel hakkı gasp ettiği yerde, bunun nispeten sağlanabileceği ülkelere sığınmak.

Bugün, doğrudan küresel sistemin ve onun siyasal ajandasını oluşturan emperyalizmin insanlıktan çaldığı iki temel hak, tüm dünyayı saran sığınmacı krizinin de temel sebebi. İnsanların istikrarlı, emeğinin karşılığını alabildiği, insanca, demokratik ve laik bir toplumda yaşayabilme hakkı işgaller, darbeler ve yağma ile gasp edildiği için milyonlarca insan batıdan, bir nevi “hak ettiklerini geri almak” istiyor. Türkiye’de iktidarın suiistimal seviyesindeki politikaları, bu krizi hem rant hem de iç politika dizaynında kullanma çabası, insanların hak ettiklerini alabilmek için yurtlarını terk ettiği koşullarda dahil yeni istismarların yolunu açıyor.

Geri göndermenin imkânları

Gönderme lafzına gelince. Meseleye samimi bir çözüm getirmek isteyen bir siyasi özne, açıkça AB’nin ikiyüzlü politikalarına karşı somut bir çözüm üretir, üçüncü ülkelere göçün önünü açar, geçmiş anlaşmaları iptal eder ve Suriye ile gerekli diplomatik kanalları oluşturmak için son 11 yıldaki hasmane politikaların temelindeki siyasal İslam’la hesaplaşır. Fakat 8 milyon insanın tamamının geri döndürülemeyeceği açık. Geçen on yılda Türkiye’de doğan, Arapçadan çok Türkçe bilen ikinci kuşak çocuklar ve aileleri bugün geldikleri ülkeye entegre olabilir mi? O zaman elbette ki entegrasyon, kalacak nüfus için birincil öncelikli çözüm olarak ortada duruyor. Ancak bu hiçbir akademik lafızdan düşmeyen entegrasyonun içini neyle dolduruyoruz?

Neye entegrasyon?

Türkiye’de sığınmacı krizini, tüm siyasi sebeplerinin yanında, tıkırında bir toplumsal yaşama dahil olmuş bir problem gibi steril şekilde çözebilme fikrinin abesliği ortada. Bugün Türkiye’nin, 2011 öncesinden, sığınmacı krizinden önce süregelen bir toplumsal çöküş sorunu var. Siyasal İslam’ın doğrudan toplumu kutuplaştırma ve baskı politikaları, yeni kuşaklar üzerinde yarattığı yıkım, piyasacılığın emeği ile geçinen halkı çaresiz, yalnız bırakan etkisi ile birleştiğinde, şu soru da kendini ortaya çıkarıyor; mülteciler nereye entegre olacaklar? Hangi toplum yapısına? Dindar-kindar nesil yetiştirme tasarısına mı çocukların tarlada çalışmak zorunda kalmasının övüldüğü bir eğitim yapısına mı? Türkiye toplumunun “yerli” kısmı hali hazırda ekonomik eşitsizlik ve İslamcılıkla ezilirken, örneğin ülkesine dönme imkanı olmayan, bu ülkeyle zaman içerisinde yurttaşlık bağları geliştirmiş, burada doğan büyüyen çocuklar nereye entegre olacaklar? Kuşkusuz kendi ülkelerinde savaşı çıkaran koşulları yaratan politikaların tam aksi yönde, kamucu, laik, demokratik bir entegrasyon programı sağlanmadığı sürece, ancak öncesinde, Türkiye bu ilkelerle yeniden kurulmadığı sürece, bugün gerçek anlamda entegre olunabilecek bir toplumsallık yok. Emperyalizmin gasp ettiği hayatı hem kendi yurttaşlarımıza hem de savaşlardan bize sığınanlara sağlayacak bir Cumhuriyet olmadığı sürece, Türkiye doğrudan emperyalist yıkımın öznesi olana kadar, kendi toplumsallığını yitirmiş, şişkin bir tampon bölge olmaya devam edecek.

Ezcümle, git gide büyüyen ve çözümsüzleşen sığınmacı krizi de ne İslamcılıkla ne ırkçılığa varan popülist politikalarla ‘sönümlenebilir’. Bu krizi ancak bugün tüm toplum için buhrana çeviren asıl sorumlular ve asıl siyasetle hesaplaşacak, toplum olabilme imkânlarını ve ülkeyi laik, demokratik, kamucu ve bağımsız politikalarla yeniden kurma iddiasında bir sol çözebilir.