Konferans mevsimi geldi geçiyor

Sihirli kelimeler

@yankiyazgancom

Konferans mevsimi geldi geçiyor. Ben de çok konuşup az yazan bir kültürün çocuğu olarak bugünkü yazımı konferanslara ilişkin parça parça izlenimlerden oluşturdum.
Her yıl zirveler, haftalar vb. döneminde gazete ilanlarında, İK ilavelerindeki konferans duyurularına baktığınızda bazı sihirli kelimelerin dönem dönem ağırlık kazandığını görebilirsiniz. Sihirli kelime, bir konferans başlığında kim tarafından ya da hangi ortamda kullanılırsa, o konferansa bir tür cazibe katıyor. Bu kelimelerde  ‘sınırsız satışın sırları’ ya da ‘müzakerede evet dedirtme yolları’ gibi başlıklardaki esnafça yaklaşımı içermeyen bir cazibe var; ‘girişimcilik’ ya da ‘kendi kendinin patronu ol’ gibi daha öğrenci işi cesaretlendirme başlıklarında da bulunmayan bir statü algısı veriyorlar.

Sihirli kelimelerden benim de pek sevdiğim ama kullanıla kullanıla içi boşalmış olan ikisini biraz irdeleyeceğim : Liderlik ve Beyin/Nöro. Bir de İçindeki Güç vb. kelimeler var; ama oraya hiç girmeyeceğim.

Liderlik: Liderlik bu ‘catchword’ler (cazibe merkezi sözcük) arasındaki değişmezlerden birisi; çünkü bir çoğumuz ileride büyük adam (kadın erkek fark etmeksizin) olsun diye yetiştiriliyoruz. ‘Baş ol da istersen soğan başı ol’ diyen halk hikâyelerinden tutun annesinin çocuğunu rüyasında Atatürk’ün dizinde otururken görüp dilek tuttuğu daha üst sınıf anlatılarına kadar birçok yerde çocuğumuzu en tepede olarak tasarlıyoruz. Ailelerle yakın çalışan bir hekim olarak da yıllardır duyuyorum bu dilekleri. Ancak biraz daha derinlemesine oturup konuştuğumuzda, anne-babanın dileğinin lider’likten ziyade ‘altta kalmasın, ezilmesin’ olduğunu, bunun tek yolunun da en tepeye çıkmaktan geçtiğine inandıklarını her sosyal sınıfta geçerli bir durum olarak gördüm. Hal böyle olunca altta (geride) kalmamak uğruna ite kaka öne geçmek. Başkalarının üstüne basmadan yükselmek mümkün mü sorusunu sizlere aranızda tartışma konusu olarak bırakıyorum. Ancak işbirliği ve rekabetin usullerle, kurallarla ve toplumsal mutabakatla düzenlenmediği toplum ya da kurumlarda (şirketleri de mini toplumlar olarak görürsek) bu neredeyse kaçınılmaz oluyor. Belki böylesi daha ucuzdur.

Nöro, Beyin: Neredeyse son 20 yıldır bilimsel toplantılar dışındaki konferanslarımda da psikolojik ve sosyal gelişimin (kendisi değil cereyan ettiği sahne anlamına) zeminini oluşturan beyin gelişiminin ve beyindeki aktivitelerin analizini öne çıkarmayı bir görev bilmiştim. Bunu abarttığımı, her şeyin beyin ile açıklanamayacağını (ki öyle bir görüşüm yoktu) öne süren eleştiriler de aldım. Son 4-5 yıldır işler değişti. Önce nöro-marketing gibi ‘işe yarar’ piyasa uygulamaları, ardından beynin formatlanabileceği iddiasına dayalı ürünler önce ABD, sonra da onun tercümeleri dünya konferans piyasalarına yayıldı. Bu konular dizi ya da yarışma programı formatı gibi; zamanın ruhu neyse onu yansıtıyor. Bazen spiritüel zeka, bazen yaratıcılık, bazen de sağ beyin sol beyin gibi metaforlarlarla; ama hep aynı içerik yeni kapak dizaynı bir kitaba benziyor.

Özünde, ‘Evet, yapabilirsin. O yaptı, sen neden yapamayasın?’ tadında, iyimser ve olumlu mesajlarla dekore edilmiş, dinlediğimizde ya da okuduğumuzda bizi iyi hissettiren metinler.
Zararı var mı? Onu bilemem. Ancak beyin ya da nöro kavramlarıyla çok haşır neşir birisi olarak beyin araştırmalarının amacının ‘nesnel’ bir kavrayış vermek olduğunu hatırlatırım. Bilimsel gerçeklerin hoşumuza gidecek veya kanaatlerimize aykırı düşmeyecek bir bölümünü (onun içinde yer aldığı bütünü kavramadan ya da yok sayarak), ‘hah işte’ diyerek herkesin ağız tadına uygun bir ürün haline getirdiğimizde, nesnel bir bilgiyi kendi fikirlerimizi daha bir ‘kabul edilebilir’ kılma amaçlı ‘beyin görüntülü dekorasyon’ yapmış oluyoruz.

Bu nedenlerle geçenlerde davetli olduğum bir toplantıya konuşma içeriği önerim ‘Beyin ve Liderlik’ oldu! Eh, zamana ayak uydurmak lazım…

Not: PerYön’ün dergisi PY’de Kasım 2014’te yayımlanmıştır.

***

Öğretmenler günü için bir anı

Ortaokulda iyi bir öğrenciydim. Bir ders dışında: Beden eğitimi. Artık beceriksizliğimden mi, hantallığımdan mı, her nedense, kasadan atlayamaz, halata tırmanamaz ve amuda kalkamaz bir çocuktum. Herhalde evinde özel beden eğitimi dersi alan nadir kişilerden birisi de bendim. Evin salonuna getirilmiş şiltenin üzerinde öğretmenin nezaretinde çalışır, yine de ancak geçer not almaya yetecek kadar öğrenirdim. Ortaokul bitip de yatılı gittiğim lisede ne fizik ne matematik varsa yoksa beden eğitiminde ne yapacağım diye dertleniyordum. Neyse, Ankara’daki müstakbel öğretmeni uzaktan tanıyan bir yakınından ‘hamili mektup yakinimdir’ havasında bir mektup edindim; okula gider gitmez ilk iş bedenci Necmi (Sezgin) hocanın yanına vardım.

Mektubu açıp okudu, bana şaşkınca baktı, bu ne dercesine. durumu anlattım, beden dersindeki hiçbir şeyi yapamıyordum, hepsini tek tek saydım, “n’olur beni sınıfta bırakmayın”dan başka diyecek bir şeyim yoktu. Necmi hoca düşündü, sonra “sen yapamadıklarını saydın, ama sporla bedenle ilgili ne yapabilirsin, söylemedin” dedi. “Hızlı koşarım” dedim (doğruydu, ama koşmadan kimse not vermiyordu). Necmi hoca “O zaman, atletizm takımına aldım seni” dedi. O günden beri fırsat buldukça koşan birisi oldum. Bu alışkanlığı edinmiş olmak ya da sınıfı üzülmeden geçmekten öte kazandığım neydi? Yapamadıklarım kadar yapabildiklerime odaklanan bir öğretmenin varlığının kendime bakışımı değiştirici etkisi. Eksiklere odaklandığımız için göremediğimiz ya da kaçırdığımız şeylere ilişkin kişisel gelişim konferanslarının uygulamalı örneği gibi.